Ben gerçekten kötü bir insan değilim. Ne aksi bir adamım,
ne uysal; ne namuslu, ne alçak, ne de
onurlu biriyim. Ne kahramanım, ne de bir korkak. Hiçbir şey olamadım. Şimdi ise
köşeme çekildim. Bir yandan akıllı insanların bir baltaya sap olamayacaklarını
ve yaşamda başarılı olanların sadece aptallar olduğunu düşünerek avutuyorum
kendimi. XIX. Yüzyılın insanı öncelikle iradesiz olmalıdır, hatta buna zorunludur.
Becerikli, iradeli bir insan oldukça dar kafalıdır. (sf. 8)
Tüm içtenliğim ve ciddiyetimle söyleyeyim, böcek olmayı bile istedim şiddetle. Ama ne yazık ki bunu bile başaramadım. Değerli okuyucularım, yemin ederim ki her şeyi tam anlamıyla algılamak bir hastalıktır. İnsanın günlük yaşamı içinde yalın bir anlama gücü, XIX. Yüzyıl aydınının anlayış gücünün yarısı, hatta dörtte biri bile yeterlidir. Hele bu insanlar yeryüzünün en duyarsız, en fırsatçı kentlerinden biri olan Petersburg’ta yaşamaktan paylarını almışlarsa, daha azı bile yeter. Eh, kentlerin de fırsatçı olanları ve olmayanları vardır. (sf. 10)
Niçin ben iyilik, güzellik, yücelik gibi şeyler konusundaki
anlama gücüm arttıkça, bataklığa daha çok gömülüyor ve boğulacak duruma
geliyordum? Üstelik bu bende rastlantısal bir şey değil, kaçınılmaz bir durum
haline geldi. Sanki bu bir hastalık, bir rahatsızlık, bir düzensizlik değil de
benim doğal halim gibiydi. (sf. 10)
Kızacağınız bir kişi ya da bir şey olmadığı, belki de hiç
olmayacağı için eliniz kolunuz bağlı, şehvet baygınlıkları geçirirsiniz,
kendinizi rahatlıkla teslim edersiniz. Aldatmaca, yüz boyama ve el
çabukluğundan oluşmuş bir dünya yarattığınızı bile bile; kime, neden öfkelendiğinizi
bilmeden, tüm bu aldatmacalar ve keşmekeş arasında içiniz sızlar.
Bilmedikleriniz arttıkça da iç sızınız çoğalır. (sf. 16)
Çevrenize şöyle bir bakın isterseniz, kan gövdeyi götürüyor,
değil mi? Hem de şampanya gibi keyifli akıyor. Hem de bu, Buckle’ın yaşadığı
XIX. Yüzyılda bile böyle! İşte, sözde Büyük Napolleon ve bugünkü Napolleon.
İşte Kuzey Amerika’nın sonsuz birliği… İşte karikatüre benzeyen Schlezwig –
Hostein Prensliği… Ayrıca, uygarlık neyimizi yumuşatmıştır ki? Uygarlığın
insanlarda duyguların çeşitlerini çoğaltmaktan başka bir işe yaradığı yok. Oysa
duyguların çeşitlenmesiyle birlikte, bir de bakıyorsunuz ki insanlar kan
dökmekten daha çok hoşlanır hale geliyorlar. Bunun birçok örneği var. En
ustalıklı, en incelikli cinayetlerin çoğu kez kültürlü ve aydın insanlar
tarafından işlendiğine hiç dikkat ettiniz mi? Atillaların, Stenka Razinlerin*(*Stenka
Razin: Çar’a karşı ayaklanan Don kazaklarının ünlü isyancısı) bile onlardan
geride kaldığı durumlar söz konusudur. Atilla ve Stenka Razin kadar göze
çarpmıyorlarsa eğer, bu yalnızca sayıca çok olmalarından ve çok görüldükleri
için, artık bir özellikleri kalmamasından ileri gelmektedir. Kişi uygarlığa
bulaştıkça eskisinden daha iğrenç olmasa, daha fazla kan dökmese bile, daha
kötü can aldığı bir gerçektir. (sf. 24)
Günün birinde tüm isteklerimizin ve kaprislerimizin de formülü
bulunursa? Daha doğrusu, bunların temellerine, hangi yasalarla oluşup
geliştiklerine, çeşitli durumlarda hangi yolları izlediklerine ilişkin kesin
bir matematiksel formül ortaya çıksa… İşte o zaman, büyük bir olasılıkla, insan
belki de hiçbir şey istememeye başlar; çünkü formüle bakarak istemenin ne tadı
olabilir ki? (sf. 27)
İnsanların bir an için aptal olmadığını düşünelim. (Gerçeğe
bakarsanız böyle bir iddiada bulunmak olanaksızdır. İnsanı aptal kabul edersek
kime akıllı diyeceğiz?) Ama şunu söylemeliyim, insanoğlu aptal değilse bile, o
ölçüde nankördür. Evet, eşi bulunmaz bir nankör, bir değerbilmez! Nankörün
nankörü! Hatta bana göre, insanı en uygun olarak, iyi ayaklı nankör bir
yaratıktır diye tanımlamak gerekir. (sf. 29)
Şimdi de dövüşüyorlar, eskiden de dövüştüler. Tekdüzeliğin
gereğinden fazla olduğunu hep kabul edersiniz. Kısacası, insanlık tarihinde pek
çok şey, hasta bir hayal gücünün yaratabileceği her şey vardır da, yalnızca
ölçülü davranış, ağırbaşlılık yoktur. Bu konudaki ilk sözde hemen sustururlar
sizi. (sf. 30)
…ancak bu piyano, çalışı sırasında, kimse çizelge dışı
istekler besleyemeyecektir. Ayrıca, o kişiye doğa bilimleri ve matematik
yoluyla gerçekten bir piyano tuşu olduğu kanıtlansa bile, akıllanmaz, yine
yalnızca benim dediğim olacak diye yeni haltlar yer. Eğer bunu yapmaya gücü
yetmezse, bu kez ortalığı kasıp kavuran fırtınalar, çeşit çeşit trajediler
uydurur ve isteğini bu yoldan elde etmeye çalışır. Dünyanın dört bir yanına
lânetler savurur. Lanet yağdırmak yalnızca insana özgü olduğu için -ki bu
insanı öteki canlılardan ayıran önemli bir unsurdur- belki de bu lanetlerin
verdiği güçle amacına ulaşır. Böylece bir piyano tuşu değil de insan olduğuna
inanır. (sf. 31)
Evet, insan, ömrünü iki kere ikinin peşinde geçirir, bu
uğurda denizler aşar, yaşamını harcar ama aradığı gerçeği eline geçirmekten
inanın ki korkar. Eğer elde ederse, artık arayacak başka bir şeyinin
kalmayacağını bilir. İşçiler işlerini bitirdikten sonra, hiç olmazsa aldıkları
parayla meyhaneye giderler, ne bileyim oradan karakola düşerler. İşte size en
azından bir haftalık bir uğraş ama bizler nereye gideceğiz? Bunun için amaca
yaklaştıkça bir huzursuzluk duyulur. İnsan amaca ulaşmak için çalışmayı sever
ama ulaşmayı istemez. Kuşkusuz, bu da çok gülünç bir durumdur. Öyleyse, insanın
daha doğuştan gülünç bir yaratık olduğunu söyleyebiliriz. İşin en hoş yanı da
budur. Yine de şu, iki kere iki dördün çekilmez bir şey olduğunu söylemeliyiz.
Bence, iki kere iki dört yalnızca bir küstahlık. İki kere ikiyi yolumuzun
ortasında külhanbeyi gibi duran, ellerini beline koymuş, her yana tükürükler
saçan biri olarak düşünüyorum. (sf. 33)
İsteseniz de dilinizi
çıkaramayacağınız, bütün bakışlardan uzakta, nanik bile yapamayacağınız,
sonsuza kadar ayakta kalacak camdan bir saraya inanmışsınız. (sf. 34)
Camdan sarayı sadece dilimi çıkaramayacağım, nanik
yapamayacağım için reddettiğime bakmayın. Bunları sevmediğimi söylemedim. Belki
de beni sinirlendiren, sizin yaptığınız yapıların arasında, insana dil çıkarma
gereksinimi duyurmayanı olmadığı içindir. (sf. 36)
En bayağı ve en aşağılık insanların aynı zamanda, namus
timsali olarak kalabilmeleri, ancak bizim ülkemizde mümkündür. (sf. 45)
Ben herkesten daha akıllı, daha soylu ve daha kültürlü
olmama rağmen başkalarının karşısında ezilip büzülmüş, onların horlamaları
karşısında yıkıla yıkıla, zararlı, iğrenç bir böcek durumuna düşmüştüm ve bu
durum bana acı veriyordu. Bunu her an içimde yaşıyor ve sürekli alçalıyordum.
(sf. 50)
Ya kahraman olacaktım ya da çamurlarda; bu ikisinin ortası
yoktu ve beni kahreden de zaten buydu! (sf. 54)
Küçük görülmemin, aşağılanmanın nedeninin memurluktaki
başarısızlığım, işime ilgi duymamam, giyimimdeki dağınıklık ve buna benzer
şeyler olduğunu düşünüyordum. Onlara göre, bunlar benim yeteneksizliğimin,
değersizliğimin ve beceriksizliğimin bir örneğiydi fakat yine de bu derece
aşağılanacağımı sanmıyordum doğrusu. (sf. 58)
Bakmaya kıyamayacağınız çocuklar, birkaç yıl içinde
değişerek değersiz ve biçimsiz varlıklara dönüşüyor, sevimsizleşiyorlardı. On
altı yaşıma geldiğim halde, iyice içime kapanmıştım ve şaşkınlıkla onları
izliyordum. Fakat daha sonraki zamanlarda bile uğraştıkları şeylerin
anlamsızlığı, oyunlarının, konuşmalarının saçmalığı beni şaşırtıyordu. Öylesine
önemli konuları bile algılayamıyor, insanı etkileyen ve şaşırtan olaylara karşı
o kadar ilgisiz kalıyorlardı ki doğal olarak onları kendimden aşağı görmeye
başlamıştım. Bunları düşünmemde, incitilmiş gururumun kışkırtmasının hiç etkisi
yoktu. Ne olursunuz, artık şu iyice usanç veren “Sen düşler dünyasında yaşarken
onlar gerçek yaşamı anlamışlardı…” gibi beylik sözleri söylemeyin bana. Onların
gerçek yaşamdan anladıkları yoktu. Zaten beni en çok kızdıran da buydu. Şunu
söyleyebilirim ki tam tersine, onlar en sıradan, en doğal gerçekleri bile
anlamsız bir aptallıkla karşılıyorlardı. Hatta o yaşlarda bile güce ve başarıya
tapınmaya alışmışlardı. Önemsenmeyen, küçük görülen bir şey doğru da olsa,
onların acımasız, rezilce alaylarından kurtulamıyordu. Rütbeleri elde etmek
onlar için en akıllıca şeydi. Daha on altı yaşlarındayken yumuşak koltukların
sözünü ediyorlar, kendilerine yan gelip yatacak işler istiyorlardı. (sf. 64)
Çünkü burada herkes tutsaktır, hepsinin vicdanı, acıma
duygusu kökten yok olmuştur… Üstelik bu çirkefe bulaşmış olanların hakaretleri,
sövgüleri çok daha iğrençtir. Elinde ne varsa buraya vermek zorundasındır. Sağlığını,
gençliğini, umutlarını, geleceğini, hayallerini, evet her şeyini… (sf. 95)
“Kolay kazanılmış bir mutluluk mu? Yoksa insanı yücelten acı
mı daha iyi?” (sf. 118)
Bizim hayata karşı duyduğumuz yabancılaşma gerçek hayattan
tiksinecek, onun ismini bile duymak istemeyecek derecededir. Üstelik, bu hayatı
bir iş, bir görev gibi kabul ediyoruz ve onu kitaptan öğrenmeyi daha üstün
sayıyoruz. (sf. 119)
Değerli okuyucularım, ben bu hepimiz sözcüğüne sığınarak
kendimi temize çıkarmaya çalışmıyorum. Benim yaşam biçimim şudur: Sizlerin yarı
yolda bıraktığınız şeyleri sonuna kadar götürmek. Ayrıca, siz korkaklığınıza
ölçülü davranmak adını veriyor ve böylece kendi kendinizi aldatıyor,
avunuyorsunuz. Ben ise sizden daha canlı bir insanım demek ki. (sf. 119)
Gerçekten mükemmel bir yazı olmuş. Son derece etkilenerek okudum, hatta bir ara heyecandan tam 1 saatimi bunu okumaya harcadığımı gördüm ve afalladım. başarılar dilerim..
YanıtlaSilMerhaba, ben Dostoyevski değilim.
YanıtlaSilSevgiler.
Hahahahhaa süper
SilBu ne arkadaş, ben neden böyle oldum anlamıyorum. 2 günde bu kaçıncı başlayıp bıraktığım kitap !!!! umarım bu kitabı okurum.1. kitap Tanrıların tarihi, ağır geldi okuyamadım( beyin dolu algılamıyor).
YanıtlaSil2. kitap Homo Deus sanırım ondan önce sapiensi okumam lazımmış, bıraktım.
3. kitap Tüfek mikrop ve çelik( kitap ağır geldi kollarımda güç yok, bıraktım .
4. kitap Eşek arısı Fabrikası( ne bileyim içim sinmedi.
5. kitap Yeraltından Notlar( bunuda bırakırsam cinali okuyacağım....
Kitabın başı biraz ağır. Sonra biraz daha sadeleşiyor
YanıtlaSilYeni bitti F. Dostoyevski isimli dert babasının Yeraltından Notlar kitabi.
YanıtlaSilKahramanımız isimsiz, ee tabi böyle bir hayat sürene verilebilir mi öylesine bir isim! Haliyle mevzular derin. Bir adamın hayata karşı duruşu, derdi&tasası, olmakta olanların gizli yasası, direnisi nihayetinde ince ince kendine isyanı derken öc almaları.. Hak mıdır öc almak? Zaten haklı ve mazlum olduğumuzu düşünmekten ileri gelmez mi bu öc alma mevzusu?? Tavsiye ederim.
Dostoyevski önde gelen vazgeçilmez klasiklerden...
YanıtlaSilBen de şu an okuyorum ama çok fazla anlamlandıramıyorum kitabı nedense
YanıtlaSilHakan gundaya soruyorlar yeraltı edebiyatı tarzında yazıyorsunuz diye oda yer altı edebiyatı tek bir kitap oda yeraltından notlar diğerleri olsa olsa kişisel gelişim olur der.Evet klasikler bunların dışında ucuz olarak çevirilerini çok sevdiğim birde engin yayınları sosyal yayınları ve görsel yayıncılık var bunlar eskiden basılmış daha ucuza bulabileceğiniz kitaplar ama çeviriden yana hiç şüpheniz olmasın üç yayinevide kapandıktan sonra çevirmenleri isbankasi ve iletisim yayınlarına geçmişlerdir.
YanıtlaSilYeraltından Notlar yazarın gerçekliğini ve samimiyetini çok güzel şekilde sunuyor bize. Bazen kavga ediyor hissine kapılır bazen Dostoyevski'yle sohbet etmenin hazzını duyarsınız, benim kitap analizim böyle.
YanıtlaSilHala okumayan varsa en kısa zamanda başlamasını öneriyorum... Sindire sindire okuyun, sizinde başucu kitabınız olacağını göreceksiniz.
YanıtlaSilKitap iki kısımdan oluşuyor, yeraltı ve sulusepkene dair. ilk kısmı ismini bilmediğimiz anti kahramanımızın dünyaya bakış açısını, varoluşçuluk sancılarını, insanların her zaman sadece çıkarlarına göre hareket etmeyebileceğini, çıkarlarına uygun olmayan bir durumu bile isteyebileceği.. ve önemli olanın da bunu isteme hakkının kendi elinde olması olduğunu düşünüyor. bunları söylerken de kendini hep hakir ezik gören bir anlatım biçimiyle okuyucu ile konuşuyor. Kitabın özellikle bu ilk bölümü sindire sindire okunmalı kanaatindeyim kendimce..
YanıtlaSilDosto Baba'nın iyi üç eserinden biri. Ve bu kitabın monolog bölümü hayata dair o kadar sağlam çıkarımlarda bulunur ki eseri ölümsüz kılar. Şöyle söyleyeyim evet anlaması ilk etapta zor. Ama anlattıklarını ucundan bile yakalasanız yaşamın ne olduğuna dair önemli çıkarımlarda bulunursunuz. Dostoyevski'yi hem çok sevip hem de ondan nefret ettiren üç eserden biridir benim için. Çok sevdüm çünkü dehasına, kavrayışına hayran kaldım. Nefret ettim çünkü böylesine bir deha ona verildiği için kendimi ezik hissettim.
YanıtlaSil
YanıtlaSil"En bayağı ve en aşağılık insanların aynı zamanda, namus timsali olarak kalabilmeleri, ancak bizim ülkemizde mümkündür." Dostoyevski yanılmış.
Her sayfası, her satırı alıntı yapılacak çok değerli bir kitap bence.
YanıtlaSilKitabı öylesine sevdim ki, iki günde bitirdim.
Hatta detaylı bir inceleme yazısı yazıp, Liza için bir mektup bile yazdım.
Okumayı isterseniz şu bağlantıdan ulaşabilirsiniz.
https://ciplakyazar.com/yeraltindan-notlar-alintilar-sozler/
Yeraltından Notlar; gerçek dünyadan kendini soyutlamış bir kişinin iç çatışmalarını ve hezeyanlarını konu alır.
YanıtlaSilYalnızlık, öfke ve aşağılanma duygusunun okuyucuya başarılı bir şekilde hissettirildiği bu eseri kesinlikle okumanızı tavsiye ederim.
Kitaptan gözüme takılan, sevdiğim alıntılar:
❝Ant içerim ki, her şeyi tam anlamıyla algılamak, bir hastalıktır.❞
❝Yüreği temiz olmayan kimsenin anlayışı da tam olamaz.❞
Devamını bloğumda bulabilirsiniz: http://www.ebrubektasoglu.com/yazi/fyodor-mihaylovic-dostoyevski-yeraltindan-notlar-kitap-yorumu/