Aylar önce zamandan ve insanlardan kaçan, savaşan ülkesinden
İsviçre’ye gelmiş bir kaçaktı; gördüğü vahşet ve dehşet yüzünden korkudan
büzülmüş, altüst olmuş ruhunun burada düzeldiğini, iyileştiğini ve yaralarının
kabuk bağladığını fark etmiş, buranın eşsiz manzarasının, renklerinin onu
kendisine çektiğini ve içinde resim yapma arzusunu uyandırdığını hissetmişti.
Bu nedenle ne zaman bu manzarası kararsa, kendisini yabancı ve uzağa atılmış
hissediyordu, tıpkı bu sabah saatlerinde olduğu gibi, çünkü sis her şeyin
üzerini örtmüş, manzarasını engellemişti. (sf. 3)
Fakat Ferdinand’ın parmakları o kadar uyuşmuştu ki, zarf bir
anda elinden kayıp yere, ıslak toprağa, nemli ağaç yapraklarının üzerine düştü.
Almak için eğildiğinde kokuşmuş, çürümüş bir şeylerin kokusu geldi burnuna.
İşte buydu, haftalardır gizli ve sinsi bir şekilde huzurunu
kaçıran, bozan buydu, iradesine rağmen beklediği mektuptu; anlamsız, saçma
sapan, anlaşılmaz, bilinmeyen, anonim uzaklıklardan kendisine gelen, onu el
yordamıyla arayan, daktiloda yazılmış donuk makine sözcükleriyle sıcak
yaşamına, özgürlüğüne uzanan, saldıran bu mektuptu. (sf. 5)
Vatansever lafların boğucu havasına ancak iki ay
dayanabilmişti, fakat bir süre sonra yavaş yavaş nefes alamaz hale gelmiş,
insanlar onu ikna etmek için ağızlarını açtıklarında yalanın sarı rengini
dillerinde görmeye başlamıştı. (sf. 6)
Bu “resmi” yazısı da ne demek? Okumam gerektiği anlamına mı
geliyor? Ben kimsenin amiri ya da komutanı değilim, insanlar üzerinde yaptırım
gücüm yok, kimseye emredemem fakat kimse de bana bir şey emredemez. (sf. 7)
- Karısı, onun önündeki kağıdı sinirle fırlatıp attı –
“Bunun senin üzerinde nasıl bir gücü olabilir ki, zavallı bir büro memurunun
yazdığı bu kağıt parçasının senin gibi canlı, özgür bir insanın üzerinde nasıl
bir gücü olabilir? Bu sana ne yapabilir, nasıl bir zarar verebilir?” - “Kâğıt
değil, ama gönderen zarar verebilir.” - Kim gönderiyor bunu? Nasıl bir insan?
Bir makine, insan öldüren bir makine. Fakat seni yakalayamaz.” -
“Milyonlarcasını yakaladı, beni neden yakalayamasın ki?” - Çünkü sen
istemiyorsun.” - Diğerleri de istemiyordu.” - “Fakat onlar özgür değildi. Onlar
silahların arasında kalmıştı, bu nedenle gittiler. Ama hiçbiri isteyerek
gitmedi. Hiçbiri İsviçre’den o cehenneme bile isteye gitmezdi. “ (sf. 10)
-”Fakat Ferdinand, kim sesleniyor ki? Vatan mı? Bir memur!
Canı sıkılmış bir büro memuru yalnızca! Ayrıca devlet bile bir insanı
cinayet işlemeye zorlayamaz, buna hakkı yok...” -”Biliyorum, biliyorum.
Büyük humanist Tolstoy’dan da birkaç cümle söyle de tam olsun. Tüm argümanları
biliyorum: Anlamıyor musun, beni çağırmaya hakları olmadığını ben de biliyorum,
vazifemin onların her dediğini yapmak olduğuna ben de inanmıyorum. Ben de tek
bir vazifem olduğunu biliyorum, insan olmak ve çalışmak. İnsanlığın ötesinde
bir vatanım yok benim, insanları öldürmek gibi bir isteğim, hırsım yok,
bunların hepsini biliyorum Paula, her şeyi ben de senin gibi açık ve net
görüyorum, - ancak onlar beni buldular, beni çağırıyorlar ve her şeye rağmen,
istemediğim halde gideceğimi biliyorum.” - “Niçin? Niçin? Sana soruyorum:
Niçin?” Ferdinand feryat etti: “Bilmiyorum. Belki de şu sıralar dünyadaki
çılgınlık akıldan daha güçlü olduğu içindir. Belki de bir kahraman olmadığım ve
kaçmaya cesaret edemediğim içindir... Bu açıklanabilecek bir şey değil. Bu bir
nevi mecburiyet. Ve ben yirmi milyon insanı boğan o zinciri kıramıyorum,
kıramam.” (sf. 12)
“Ben gitmek istemiyorum ki,” dedi Ferdinand delice bir
öfkeyle masaya yumruğunu indirirken. “Ben istemiyorum. Fakat onlar istiyor. Ve
onlar güçlü. Ben ise güçsüzüm. Onlar binlerce yıldır ne istediklerini çok iyi
biliyorlar, çok iyi örgütlenmişler, çok kurnazlar, çok iyi hazırlanmışlar,
yıldırım gibi tepemize düşüyorlar. Onların belli amaçları var, benimse
zayıflamış, harap olmuş sinirlerim. Bu adil bir savaş değil. Bir makineye karşı
gelinemez. İnsana karşı koyulabilir. Fakat bu bir makine, bir kasap makinesi,
vicdanı ve aklı olmayan ruhsuz bir alet. Ona karşı koyulamaz. (sf. 12-13)
“Karşı koymak! İnsan nasıl karşı koyabilir ki? Onlar
herkesten güçlü, onlar dünyanın en güçlüleri.”
“Bu doğru değil. Dünya onlara izin verdiği sürece güçlüler.
Tek bir birey herhangi bir kavramdan daha güçlüdür her zaman, fakat kendisine
inanmalı, iradesine sahip çıkmalıdır. İnsan olduğunu ve insan kalmak istediğini
unutmamalıdır, işte o zaman etrafını saran, beynini uyuşturan vatan, görev,
kahramanlık gibi sözcükler, kan kokan, sıcak, canlı insan kanı kokan boş laflar
olarak kalırlar. Dürüst ol, vatan hayatın kadar önemli mi senin için? Soylu
hükümdarlarına bile kalmayan bir taşrayı resim yaptığın sağ elin kadar seviyor
musun? Düşüncelerimizle, kanımızla içimizde oluşturduğumuz görünmez adalet
dışında başka bir adalet olduğuna inanıyor musun? Hayır, cevabını ben vereyim,
hayır! Bunun için gidersen eğer kendine yalan söylemiş olacaksın...”
“Ben istemiyorum ki...”
“Bunu yeterince göstermiyorsun ama. Dahası sen artık hiçbir
şey istemiyorsun. Senin yerine başkaları istiyor ve sen seni istemelerine
bile sesini çıkarmıyorsun, bu bir suç. (sf. 14)
Bak aşağıda bir köylü sabanını sürüyor, genç ve güçlü. O
neden kendisini öldürtmüyor? Çünkü onun ülkesinde savaş yok, çünkü onun tarlası
karşı taraftan birkaç kilometre ötede; bu nedenle bu yasa onun için geçerli
değil. Ve şimdi sen de bu ülkedesin ve bu yasa senin için de geçerli değil.
Görünmeyen, sadece birkaç kilometre içinde geçerli, o birkaç kilometrenin
dışında ise geçerli olmayan bir yasa gerçek olabilir mi? Burada, barışın
içinden karşı tarafa, savaşa baktığında anlamsızlığı görmüyor musun? (sf. 16)
Ferdinand hâlâ susuyordu, onun suçunun bilincinde bir köle
gibi susması yavaş yavaş karısını iyice öfkelendirdi. “Ben hiçbir şeyi bir yazı
parçasına kurban etmeyeceğim, sonunda öldürmek olan hiçbir yasayı tanımıyorum.
Herhangi bir makamın bana boyun eğdirmesine izin vermeyeceğim. Siz erkekler,
hepiniz ideolojileriniz yüzünden çürümüşsünüz, sizler politika ve etik
diyorsunuz, oysa biz kadınlar neyin ne olduğunu hissediyoruz. Vatanın ne demek
olduğunu ben de biliyorum, fakat bugün ne anlama geldiğini de biliyorum:
Cinayet ve esaret! İnsan bir halkın üyesi olabilir, fakat halkı çıldırdığında
kendisinin de çıldırması gerekmez. Sen onlar için bir rakamdan, bir sayıdan
ibaretsin, bir alet, anlamsızca ve vicdansızca ölüme gönderilen bir askersin
yalnızca, oysa benim için kanlı canlı bir insansın, bu nedenle onlara katılmana
izin vermeyeceğim. Onlar istedi diye senden vazgeçmeyeceğim. Şimdiye kadar
asla senin yerine karar verme cüretinde bulunmadım, fakat şimdi seni onlardan
korumak benim görevim; şimdiye kadar aklı başında, ne yaptığını bilen bir
insandın, oysa şimdi dışarıdaki milyonlarca kurban gibi özgür iradesini
kaybetmiş, ne yaptığını bilmeyen, yalnızca kendisine söylenen emirleri yerine
getirmeye çalışan, bozuk ve hatta paramparça olmuş bir görev makinesisin. Seni
kullanmak, istediklerini yaptırabilmek için aklını ele geçirdiler, fakat beni
unuttular, ben bugün hiç olmadığım kadar güçlüyüm.” (sf. 30-31)
Çünkü itiraz etmeyen, karşı koymayan herkes suç ortağıdır.
(sf. 32)
“Hak! Hukuk! Bugün dünyanın neresinde hak kaldı. İnsanlar
onu katletti. Herkesin hakları var, fakat onların, onların gücü var ve bugün
güç demek her şey demek.
Tüm bunlar, yani insanlığın bugün korkunç dediği şey, yeryüzündeki on insanın
iradesinden ibaret ve on insan bunu yeniden yıkıp yok edebilir. Bir insan,
yaşayan tek bir insan onlara karşı durarak bu gücü yerle bir edebilir. Fakat
sizler boyun eğdiğiniz, belki paçamı kurtarabilirim dediğiniz müddetçe, onları
can evinden vurmak yerine, onlara itaat ettiğiniz müddetçe, sizler sadece bir
kölesiniz ve bunu da hak ediyorsunuz demektir. Erkek dediğin çaresizce boyun
eğmez, ‘hayır’ demek zorundadır, bugün yerine getirmek zorunda olduğunuz tek görev
budur, hayvan gibi kendini öldürtmek değil.” (sf. 32-33)
“İçinde bir şeyler hayır diyorsa, sen de hayır demelisin.
Biliyorsun, ben senin hayatını, özgür bir insan olmanı, mesleğini seviyorum.
Fakat bugün bana ‘Benim öbür tarafa gitmem ve silahımla hak aramam lazım,’
dersen ve ben bunu gerçekten yapmak zorunda olduğuna inanırsam, o zaman sana
‘Git!’ derim. Fakat bir yalan uğruna, kendin bile inanmadığın bir şey için,
sadece güçsüz ve korkak olduğun için, arada kaynayıp kurtulurum umuduyla
gideceksen, o zaman seni hor görürüm, evet seni hor görürüm. İnsanlık adına
gideceksen, inandığın bir şey uğruna gideceksen seni tutmam. Fakat canavarlar
içinde bir canavar, köleler içinde bir köle olmak için gitmek istiyorsan,
karşında olurum. İnsan bir amaç uğruna kendinden vazgeçebilir, fakat
başkalarının çılgınca fikirleri uğruna değil. Bırak vatan için ona inananlar
ölsünler...” (sf. 34)
“Bu yalnızca... ben geleceğimi bildirdim... beni
bekliyorlar...”
“Kim bekliyor seni? Esaret ve belki de ölüm, başka hiçbir
şey beklemiyor seni. Uyan Ferdinand, hisset lütfen, sen özgürsün, tamamen
özgür, hiç kimse seni istemediğin şeylere zorlayamaz, hiç kimse sana emredemez;
duyuyor musun, sen özgürsün, özgürsün, özgürsün! Bunu sana bin kez
söyleyeceğim, on bin kez söyleyeceğim, her saat, her dakika, özgür olduğunu sen
hissedinceye kadar söyleyeceğim. Sen özgürsün! Sen özgürsün! Sen özgürsün!..”
(sf. 41)
“Öyle bağırarak konuşma. İnsanlar bakıyorlar....”
“İnsanlar, insanlar, bana ne insanlardan?” diye bağırdı
karısı. “Sen savaşta vurulup düştüğünde ya da eve sakat döndüğünde insanların
bana ne faydası olacak? İnsanlar umurumda değil, onların merhametinden,
sevgisinden, minnettarlığından bana ne? - Ben seni insan olarak, özgür bir
insan olarak görmek istiyorum, özgür ve canlı. Özgür olmanı istiyorum, bir
insana yaraşır biçimde özgür olmanı istiyorum, ölüme koşan bir asker olarak
değil...” (sf. 42)
Karşıda son derece donuk ışıkların altında, nehrin üzerinde
bir köprü görülüyordu. Orası sınırdı. Uyuşmuş duyguları, bu sözcüğün anlamını
kavramaya çalışıyordu. Burada, bu tarafta insanların yaşamasına izin vardı;
buradaki insanlar nefes alabiliyor, özgürce konuşabiliyor, istediklerini
yapabiliyor, ciddi işlere hizmet edebiliyorlardı; ancak köprünün öte yanında,
sekiz yüz metre ötede tıpkı bir hayvanın iç organlarının çıkarılıp alınması
gibi insanların istekleri, arzuları içlerinden sökülüp alınıyordu, insanlar
orada yabancı insanlara itaat etmek ve hiç tanımadıkları yabancı insanların
kalbine bıçak saplamak zorundaydı. Ve tüm bunların arasında iki kirişin
üzerindeki on düzine ahşap kazık üzerine kurulmuş şu küçük köprü vardı. Her
biri farklı renkte üniformalar giymiş iki adam da omuzlarında silahları, orada
durmuş köprüyü koruyorlardı. Anlayamadığı, ne olduğunu bilmediği bir şey
Ferdinand’a acı veriyordu, artık doğru düşünemediğinin farkındaydı. Bu bir
parça ahşabın başında neyi koruyorlar, neyi engelliyorlardı? Bir ülkeden
diğerine geçilmesini mi, insanların iradelerinin içlerinden sökülüp alındığı
bir ülkeden diğerine kaçmasını mı? (sf. 44-45)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder