Büyük Birader’i eleştirebilmek için onun bana satmak
istediği 1984 kitabını satın almam, işe gitmem, düzenli maaşa sahip olmam,
bilgisayara para yatırmam ve en az 12 aylık internet taahhüttü vermem gerekli. O
halde nasıl kazanabiliriz? Gökyüzü mavi, su ise ıslak. Öyleyse tehlikede değil,
büyük birader için tehlikeliyiz demektir. Fakat nasıl kazanabiliriz?
Büyük Birader bugün eleştirilmekten korkmamakta, saklanmak
gibi bir çabaya ihtiyaç duymamaktadır. Şekil değiştirmiştir, değişmiştir,
çiftdüşünü moderniteye uyarlamış ve 1984 kitabını dil varolduğu sürece güncel
kalmaya zorlamıştır. İtaat edenler, tükenenler, tüketenler, tüketilenler 1984
kitabını okumuş ve sonra özgürlük ile acınasılık arasında ki duygularıyla
yazmaya koyulmuşlardır. Büyük Birader’in derdi bugün eleştirilmemek,
dokunulmamak değildir. Aksine, sınırlar sistemin içinde kalıyorsa eleştirilmek
ister. (şşşttth, John Zerzan’dan sakın bahsetme!)
Büyük Birader tanrılar yaratır,
kimi istiyorsun? Ateistsin, ekonomiye ve paraya mı tapıyorsun?(elbette hayatını
bunlara adayıp farklı olduğunu iddia edeceksin) Tanrın hazır bile! Bak orada,
milyonlarca takipçisi var. En fiyakalı kitapları okuyor, en şık şeyleri
giyiyor, teknolojiye tapıyor. Onun peşinden git.
Ya sen? Parayı sevmiyor musun?
Sorun değil. Orada sosyalist bir tanrın var, tabii ki kitaplar yazdı, tabi ki
televizyon programlarına katılıyor. Onun peşinden git. Tarıma tap! Üretime tap!
İşbölümüne tap! Sonra yaşadığımız felaket zincirleri tek bir gece de oluşmuş
gibi acınası haline şaşır. Büyük Birader’in istediği gibi, sonra tanrının
yerini değiştirebilirsin. Unutma, sen en fazla uzaktan kumandalı kız kadar
özgürsün, tanrıların da öyle.
Tüket, satın al, sosyal medya
kullan, isyan etme, kurallara uy ve bana ne kadar haksız olduğumu söyle. Pazar
günü dinlenmek için çalış(aslında, çoğunuza sırf ölmeyin ve sonraki gün
gelebilin diye maaş veriyorlar fakat bu başka bir konu), yılda iki hafta tatile
çık ve kendini dünyanın en şanslı insanı say. Sırf tanrıların modern insanlar
diye Büyük Birader’i yendiğini düşün. Büyük Birader yenilmez ufaklık,
eleştirilmeyi istediği ölçüde sana izin verir, hepsi bu.
Büyük Birader beni susturmayı
hedeflemiyor, umurunda bile değilim. Burada istediğimi yazabilirim. Büyük
Birader’in seçtiği ve küçük adamların yücelttiği tanrılar milyonlarca insanın
neyin peşinde koşacağını ve neyi görmezden geleceğini belirliyor. Küçük adamlar
hep kazanıyor, bir mikrop gibi sonsuza dek durmadan bölünüyorlar. Tekdüze. Yenilmiyorlar.
Büyük Birader bugün sansür peşinde değildir; aksine, o görmezden gelerek kendi
oto-sansürünü uygulamakta ve fikirlerin yayılmasını en umulmayacak şekilde
engellemektedir. Tanrılar görmezden gelirse, o fikirler hiç var olmamış gibi
olur. Ormanın ortasında yıkılan bir ağacın hiç duyulmaması gibi, bunu kumandaya
bakıp anlayabiliyor musun?
Biz 1984 kitabını eleştirenler; kayıtsızlık
çağının acınası mahkumlarıyız. - 15.04.2020 AnokVa
Goldstein bir dönek ve sapkındı; çok eskiden (ne kadar
eskiden olduğunu anımsayan yoktu) Parti’nin önde gelenlerinden biri, dahası
Büyük Birader’le nerdeyse aynı aşamada olmasına karşın; sonradan karşıdevrimci
etkinliklere kalkışmış, idam cezasına çarptırılmış, ama her nasılsa kaçıp
kurtularak ortadan kaybolmuştu. İki Dakika Nefret izlenceleri her seferinde
değişirdi, ama Goldstein’in başrolde olmadığı bir tek izlence yoktu. Goldstein
baş haindi, Parti’nin saflığını bozan ilk kişiydi. Daha sonra Parti’ye karşı
işlenen tüm suçlar, tüm ihanetler, baltalama eylemleri, sapkınlıklar, sapmalar
doğrudan doğruya onun öğretisinden kaynaklanmıştı. Goldstein, her neredeyse,
hala hayattaydı ve fesat karıştırmayı sürdürüyordu; belki denizaşırı bir ülkede
yabancı ağababalarının koruması altındaydı, kim bilir, belki okyanusya’da bir
yerde gizleniyor bile olabilirdi; ara sıra böyle bir söylenti dolaşıyordu. (sf.
36)
Goldstein’a duyulan nefret, Avrasya ya da Doğuasya’ya
duyulan nefretten daha sürekliydi, çünkü Okyanusla bu devletlerden biriyle
savaştayken öbürüyle genellikle barışta oluyordu. Ama ne tuhaftır ki, herkes
tarafından nefret edilmesine ve aşağılanmasına, görüşlerinin her gün
kürsülerde, tele-ekranda, gazetelerde, kitaplarda yüzlerce kez çürütülmesine,
yerle bir edilmesine, gülünç düşürülmesine, aşağılık süprüntüler olarak
sergilenmesine karşın, evet, bütün bunlara karşın, Goldstein’ın etkisi hiç
azalmıyor gibiydi. Her gün onun oyununa gelmeye hazır yeni salaklar çıkıyordu.
Gün geçmiyordu ki, onun buyruklarıyla eyleme geçen casuslar ve kundakçılar
Düşünce Polisi tarafından ele geçirilmesin. Goldstein, gözle görülmeyen koca
bir ordunun komutanı, kendilerini Devlet’i yıkmaya adamış bozgunculardan oluşan
bir yeraltı örgütünün başıydı. (sf. 37)
İki Dakika Nefret’in en korkunç yanı, insanın katılmak
zorunda olması değil, katılmaktan kendini alamamasıydı. Otuz saniye sonra en
küçük bir zorlamaya gerek kalmıyordu. Tüm topluluk, elektrik akımına
kapılmışçasına, ürkünç bir kin ve nefretle azgınlaşıyor, öldürme, işkence
yapma, yüzleri bir balyosla yamyassı etme isteğine kapılıyor, insanlar
ellerinde olmadan yüzleri kaskatı kesilerek çılgınlar gibi bağırıp
çağırıyorlardı. (sf. 38)
Tekdüzen çağından, yalnızlık çağından, Büyük Birader
çağından, çiftdüşün çağından; selamlar! (sf. 52)
Ve bir yerlerde, tüm bu çalışmaların eşgüdümlü bir biçimde
yürütülmesini sağlayan, geçmişin hangi bölümünün korunacağını, hangi bölümünün
çarpıtılacağını, hangi bölümünün tümden silinip ortadan kaldırılacağını
belirleyen politikaları saptayan kimliği belirsiz beyinler vardı. (sf. 67)
Bakanlıkların şu böceksi tiplerden geçilmemesi ne kadar
tuhaftı; genç yaşta göbek bağlayan, kısa bacaklı, oradan oraya seğirtip duran,
çipil gözlü, ablak suratlı, yerden bitme bir sürü adam. Anlaşılan, Parti’nin
egemenliğinde en çok bu tipler yetişiyordu. (sf. 85)
Bakanlıkların labirenti andıran koridorlarında koşar adım
gidip gelen böceksi küçük adamlar da asla buharlaştırılmayacaktı. (sf. 86)
Bilinçleninceye kadar asla başkaldırmayacaklar, ama
başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler. (sf.95)
Doğuyorlar, sokaklarda büyüyorlar, on iki yaşında çalışmaya
başlıyorlar, güzelleşip cinsel isteklerinin uyandığı kısa bir gelişme çağının
ardından yirmisinde evleniyorlar, otuzunda orta yaşlı insanlar olup çıkıyorlar,
altmışına geldiklerinde de ölüp gidiyorlardı. Ağır koşullarda çalışmaktan,
boğaz kavgasından, komşularla didişmekten, sinema, futbol, bira ve en önemlisi
de kumar yüzünden kafalarını çalıştırmaya fırsat bulamıyorlardı. Onları denetim
altında tutmak hiç de zor değildi. Düşünce Polisi’nin aralarına saldığı birkaç
ajan asılsız söylentiler yayıyor, tehlikeli olabileceği düşünülenleri saptayıp
etkisiz kılıyordu; ama onlara Parti ideolojisini aşılamak için bir çabada
bulunulmuyordu. Proleterlerin güçlü siyasal düşüncelerinin olması istenen bir
şey değildi. Onlardan tek istenen, çalışma saatlerinin uzatılmasını ya da
tayınların kısıtlanmasını kabullenmeleri gerektiğinde kışkırtılabilecekleri
ilkel bir yurtseverlikti. Proleterlerin zaman zaman duydukları hoşnutsuzluklar
da bir yere varmıyordu, asıl sorunları göremediklerinden hoşnutsuzlukları ancak
belirli küçük sorunlara odaklanıyordu. Büyük kötülükler hep gözlerinden
kaçıyordu. (sf. 96)
Winston birden, çağdaş yaşamın asıl özelliğinin
acımasızlığı ve güvensizliği değil, yavanlığı, donukluğu ve kayıtsızlığı
olduğunu fark etti. (sf. 98)
Seviştiğin zaman içindeki enerjiyi boşaltırsın; sonra da
kendini mutlu hisseder ve hiçbir şeyi iplemezsin. Ama senin bu halin onların
hiç hoşuna gitmez. Her zaman enerji yülü olmanı isterler. Bütün o yürüyüşler,
bağrını yırtarcasına bağırış çağırışlar, bayrak sallamalar, ekşiyip bozulmuş
cinsellikten başka bir şey değildir. Gönlün ferah, keyfin yerindeyse, Büyük
Birader’miş, Üç Yıllık Plan’mış, İki Dakika Nefret’miş, bütün o iğrençlikler
neden kendinden geçirsin ki seni? (sf. 162)
Şu oynadığımız oyundan kazançlı çıkmamız olanaksız. Kimi
yenilgiler kimilerinden daha iyi olabilir, o kadar. (sf. 164)
Derler ki zaman her şeyi iyi edermiş,
Zamanla her şey unutulur gidermiş,
Bir de bana sor, o gözyaşları ve kahkahalar,
Bugün hâlâ canımı yakar, yüreğimi dağlar! (sf. 171)
Onun gözünde, bir davranış sırf etkisiz olduğu için anlamını
yitirmezdi. Birini seviyorsan gerçekten severdin, verecek başka hiçbir şeyin
yoksa bile sevgin yeterdi. (sf. 194)
Hiyerarşik toplumun varlığı, uzun sürede, ancak yoksulluk
ve cehalete yaslanarak sürebilirdi. (sf. 220)
Savaşın asıl yaptığı, yok etmektir; ama ille de insanları
yok etmesi gerekmez, insan emeğinin ürünlerini de yok eder. Savaş, halk kitlelerini
fazlasıyla rahata erdirecek, dolayısıyla uzun sürede kafalarının fazlasıyla
çalışmasını sağlayacak araç gereç ve donatımı paramparça etmenin, stratosfere
yollamanın ya da denizin dibine göndermeni bir yoludur. (sf. 221)
Savaş her egemen kesim tarafından kendi uyruklarına karşı
verilmektedir ve savaşın amacı toprak ele geçirmek ya da toprak yitirmeyi
önlemek değil, toplum yapısının hiç değişmeden sürmesini sağlamaktır. Demek,
“savaş” sözcüğü bile, yanıltıcı bir anlam kazanmıştır. Savaşın sürekli bir
niteliğe bürünmekle, savaş olmaktan çıktığını söylemek bile belki de doğrudur.
(sf. 230)
Eskiden, hiyerarşik toplum düzeninin gerekliliği, özellikle
Yüksek kesimin öğretisiydi. Krallar ve aristokratlar ve onların asalakları
rahipler, hukukçular ve benzerleri tarafından savunulmuş ve ölümden sonra
düşsel bir dünya vaatleriyle yenir yutulur hale getirilmişti. Orta kesim,
iktidarı ele geçirmek için savaşım verirken, hep özgürlük, adalet ve kardeşlik
gibi kavramlardan yararlanmıştı. Şimdilerde ise, henüz yönetimde olmayan, ama
çok geçmeden yönetimde olmayı umut eden insanlar kardeşlik kavramına sarılmaya
başladılar. Eskiden, Orta kesim eşitlik bayrağına sarılarak devrimler yapmış,
ama eski zorbalık düzenini devirir devirmez kendisi yeni bir zorbalık düzeni
kurmuştu. Yeni Orta kesimler ise zorbalıklarını önceden ilan ettiler. (sf. 234)
Bütün yeni siyasal kuramlar, hangi adla ortaya çıkarsa
çıksın, önünde sonunda yeniden hiyerarşiye ve sınıflandırmaya varıyordu. (sf.
235)
Kitleler kendi başlarına asla ayaklanmadıkları gibi, sırf
ezildikleri için ayaklandıkları da görülmemiştir. Açıkçası, kıyaslama
olanağından yoksun bırakıldıkları sürece, ezildiklerinin farkına bile
varmazlar. (sf. 238)
Büyük Birader yanılmaz ve her şeye kadirdir. Tüm
başarılar, tüm kazanımlar, tüm zaferler, tüm bilimsel buluşlar, tüm bilgiler,
tüm bilgelikler, tüm mutluluklar ve tüm erdemler doğrudan onun önderliğinden
doğar ve ondan esinlenir. Büyük Birader’i bugüne kadar gören olmamıştır. O,
duvarlardaki posterlerde bir yüz, tele-ekranlarda bir sestir. Onun asla
ölmeyeceğinden kesinlikle emin olabiliriz. (sf. 239)
Geleceğin resmini görmek istiyorsan, bir insan yüzüne basmış
bir postal getir gözlerinin önüne, sonsuza dek. (sf. 303)
Bu blogu ilk keşfettiğim sene '' işte bu! '' demiştim. Tam olarak ' bu ' ! . Okuduğum her bir analiz, her geçen gün beni daha da geliştirdi. Daha önce anlayamadığım, sorgulamaktan korktuğum hayata dair anılarımı daha canlı yaşamaya ve algılamaya başlamıştım sanki. Hepsi belleğime attığım bu satırlarla ile daha da anlamlaştı. Şöyle geriye dönüp bakıyorum da.. İyi ki varsın AnokVa.. iyi ki bu blog var..
YanıtlaSilİmza: Yeni yazını büyük bir merakla bekleyen hayranın Duygu..
Yazmaya devam et!
YanıtlaSil