28 Ağustos 2019 Çarşamba

Franz Grillparzer - Fakir Çalgıcı

franz grillparzer kitap alinti
Bordo Siyah yayınevi baskısına.

İşte böyle anlarda, “Kötü bir şekilde de olsa arabayla gitmek yaya gitmekten daha iyidir” diyen eski atasözünün kocaman bir yanlış olduğu ortaya çıkar.

Eğer kıyıda bucakta kalmışların içini okuyamazsanız ünlüleri hiç anlayamazsınız.

Kendi elinden çıktığı belli olan, yarı kasap tezgahını yarı laternayı andırır korkunç çalgısıyla, kendi yaralarının acısına benzer bir acıyı herkeste uyandırmaya çalışan tahta bacaklı bir ihtiyar.

“Sunt certi denique fines” diye mırıldandı. (Sonunda herkes hakettiğini bulur.)

“Birincisi, ben gecenin geç saatlerine kadar dolaşmam. Çalgı çalıp şarkı söyleyerek başkalarını istenmedik durumlara sürüklemeyi de doğru bulmam. İkincisi, insan her şeyde belirli bir ölçüde düzenli olmalıdır. Aksi halde karışıklıktan ve vahşilikten yakasını kurtaramaz. Üçüncü ve sonuncusu da bayım, ben gündüzleri gürültüyü seven halk için çalarım, yavan ekmek parasını bile güç çıkarırım. Ama akşamlar bana ve fakir sanatıma aittir. Akşamları evde kalırım ve -bu sırada konuşması ağırlaştı, yüzünde bir kırmızılık belirdi, gözlerini yere çevirdi- ve o zaman ilhamla çalarım. Kendim için ve notasız çalarım. Sanırım, böyle çalmaya müzik kitaplarında yaratmak derler.” (John Zerzan, Gelecekteki İlkel isimli çalışmasında notasız müziğe uzun bir yer ayırdı, müziği seviyorsanız okumanızı öneririm. Jacob’un notasız müziği yaratma eylemi olarak görmesi öylesine söylenmiş bir söz değil, toplumdışı olan karakterimiz notaların hiyerarşisinden sıyrılmış durumda ve bu durum tüm hayatına yansıyor, hiyerarşi karşıtlığı sonucu savaş karşıtı bir anlayışa sahip oluyor, notasız müziği ve buna dinleyicilerin tepkisi her iki taraf içinde siyasi bir duruş olarak algılanabilir, yanlış olmaz. Ailesi Jacob notasız çalmak istedikçe bunun parmaklarını mahvedeceğini söyler ve Jacob, hiyerarşi yüzünden gençliğinde biricik aşkı kemandan bile -her şeyden çok- nefret eder hale gelir, bunu hayata uyarlarsak; hiyerarşiden dışarı çıkanları aynı aile tipi, hayatın mahvolacak ve sevdiklerin acı çekecek diye uyaracaktır ve insan, hiyerarşi içinde aşkını yitirecek/zarar verecek hatta ondan hiyerarşik koşullar yüzünden nefret edecek ve daha kötüsü, ondan hiyerarşiye uygun olmasını bekleyecektir(Jacob, kızın şarkıları nefret ettiği notalara uygun okumasını ve eğitim almış olmasını bekliyordu, öyle değil mi?). Burada yazar bir sembol saklamamış mıdır ve bu sembole göre hiyerarşik düzen, bizi doğamızdan, sevdiklerimizden, güzelliklerden, aşkımızdan koparmamakta mıdır? Kemancı için parmakları ile hayatı eş anlama -mevcut koşullarda- yakındır ve kitabın gidişatı göz önüne alındığında, sistemsel gidişata uyan kimse ne anlaşılabilmiş ne de mutlu olabilmiştir. - AnokVa)
Ansızın bir ümit ışığı belirir.

“Nerde oturuyorsunuz” diye sordum. “Yalnız başınıza çalarken yanınızda olmayı çok isterdim.”
Yalvarırcasına sözümü kesti ve, “Yok,” dedi, “bilirsiniz dualar gizli yapılır.”

Alman valslerini ve kötü kötü şarkıların nağmelerini hep aynı biçimde başlayıp aynı biçimde çalmaya yeltendiklerini bilirim. Bu adamlara, ya ellerinden kurtulmak için, ya da çaldıkları şey yaşanmış bir danslı eğlenceyi hatırlattığı yahut da bir şenliğin tadını yeniden canlandırdığı için para verirler. Bunun için hep ezbere çalarlar, çoğu zaman da falso yaparlar. Ben böyle hileleri bilmem.
“Ben bu parçaları çalarken.” Diye sözüne devam etti, “çoktandır yaşamayan ustalarla yaratıcıların mevki ve haysiyetlerine saygı gösteririm. Böylece kendime de saygı göstermiş olurum. Dört bir yandan bozulan, yanlış yollara götürülen dinleyici kitlesinin zevk ve ruhunu da böylece asilleştirmeye çalışırım. Bu şekilde, bana kalan yadigârları karşılıksız bırakmamış olduğumu ümit ederek yaşarım. Konudan uzaklaşmayalım, böyle şeyler “yüzünde kendinden hoşnut oluşunu gösteren bir gülümsemenin çizgileri belirdi” böyle şeyler sürekli çalışmayla elde edilir. Benim de sabah saatlerim işte bu çeşit bir çalışmaya ayrılmıştır. Günün ilk üç saati alıştırma yapmaya, ortası ekmek parası kazanmaya, akşamları da kendime ve yüce Tanrı’ya. Görüyorsunuz namuslu bir bölmedir bu.”

Beni “Ce gueux” diye azarlardı. O zamanlar değildim ama şimdi öyle oldum. Anneler babalar konuşurken geleceği bazen böyle önceden kestirmiş oluyorlar. (Fransızca, kitaptaki kullanımını Türkçe'ye dilenci, ya da ahmak olarak çevirebiliriz, serseri, otlakçı ve -nadiren- köylü anlamında kullanımı da görülür.)

Asker yapalım dediler, dehşetle reddettim. Bugün bile korku duymadan üniformaya bakamam. İnsanın yakınlarını korumak için hayatını tehlikeye sokmasını anlarım, bu iyi bir şey. Ama insan sakatlamayı ve kan dökmeyi meslek olarak seçmek, hayır, hayır, hayır! 

Wolfang Amadeus Mozart’ı ve Sebastian Bach’ı çalıyorlar, ama yüce Tanrı’yı kimse çalamıyor. Ses ve ahenk, bu ölümsüz lütuf, özlemlerle dolu, susamış bir kulakla mucizemsi bir ortamda uyuşur, -hafif bir sesle, çekinerek devam etti- üçüncü nota birinciye ve beşinciye uyar, notalarda duyarlılık, gerçekleşmiş bir ümit gibi yükselir, bozuk ahenk ise bilerek yapılmış bir kötülük veya küstah bir gurur gibi yıkılır gider. Mucizeler gibi ortaya çıkan değişimler ve bağlanışlar vardır. Bütün bunlar sonunda ahengin kucağında Tanrısal huzura ulaşırlar. Bana bunları daha sonraları bir müzisyen anlatmıştı. Ve hiçbir şey anlamadığım fügler, puanlar, kontrapuanlar, ikili kanonlar, üçlü kanonlar vesaire birbirini tutmakta, Tanrısal bir binanın taşları gibi birbirine harçsız kaynamaktadır. Bu binayı ayakta tutan da Tanrı’nın elidir. Bunları çok az sayıda insandan başkası bilmek bile istemiyor. Tanrı’nın çocuklarının yeryüzü kızları ile birleşmelerinde olduğu gibi, ruhların soluk alıp vermesi olan müziği de küfteler katarak bozuyorlar. Böyle şeyler ancak nasır tutmuş ruhları kavrar, onların hoşuna gider.” 

Bir gün onu, yaptıklarımıza göre değil de, düşündüklerimize göre yargılandığımız yerde bulabileceğimi umut ediyorum.

Artık şarkı söylemez olmuştu...

Mert bir insansınız, aksini kimse söyleyemez. Ama zayıfsınız, daima kendinize yakın bulduğunuz birisine bağlanıyor ve kendi işinizi kendiniz yapmayı beceremiyorsunuz. Bu bakımdan, başınızın bir derde girmemesi için, dostlarınızın ve tanışlarınızın sizinle ilgilenmesi bir borç, bir ödev oluyor.

Sözlük:

Keman: Bir atın kuyruğunu bir kedinin sakatatlarına sürerek insan kulağını gıdıklayan bir müzik aleti.
Neron şöyle dedi Roma'ya: "Eğer dumana dönersen
Sen yanarken keman çalmaya ara vermeyeceğim."
Neron'a şöyle cevap verdi Roma: "Elinden geleni ardına koyma,
Önce senin keman çalıyor olmam benim bahanemdir." 
Orm Pludge 

Gürültü: Kulaktaki kötü bir koku. Notalara uygun müzik. Medeniyetin gerçek ve sahici olduğunu gösteren temel ürün ve işaret.

Veysel Atayman'ın analizinden bilgisayarıma geçirdiğim kısımlar:

Helmut Bachmaier, Fakir Çalgıcı için hazırladığı yorum ve açıklama kitapçığında (Erlauterungen und Dokumente; Franz Grillparzer, Stuttgart, 1986) yazarın gerçekten de Viyanalı bir çalgıcıyla karşılaşmasını ve bu karşılaşmayla ilgili olarak aldığı notlara işaret ederken, gerçek hayatın anlatıya (öyküye/kurmacaya) geçişinde bu notların bir malzeme olarak bambaşka işlevlere büründüğünü bir kez daha göstermektedir. Kaldı ki Viyana kenti de Augarten, Leopoldstadt, Prater, Brigittenau gibi gerçek yer ve semtleriyle karşımıza çıkar öyküde.

Yazarın özellikle antropoloji ve psikolojiye duyduğu merak, kişisini anlatırken kendini ele verir.

Çalgıcının babası ile kurduğu ya da kuramadığı ilişkisinde, hemen aynı yüzyılın sonunda, gene bir Avusturyalı doktorun, S. Freud’un “süperego” kavramıyla tarif edeceği, baba figürü-oğul ilişkisin buluruz. Ama son tahlilde yazarın gerçekliğe yaklaşması, oradan malzemeyi seçişi, bize bire bir nesnel bir belge sunma kaygısınca belirlenmeyip öykünün bütününün anlatmak istediği şeye, tema dediğiniz ana fikir ve estetik hedefe göre şekillenmiştir. Yazar, kilisenin törenlerini, bayram eğlencesini, halk kitlelerini, çalgıcının sınavını, babasının bakanlıktaki dünyasını, esnafın küçük burjuva dünyasının atmosferini anlatırken, gerçekçiliğin örneklerini verir. Yazarın halk kitlelerine bakışı da eşitlikçi bir gözün özelliklerini taşır; halkın politik gücünün 1848 devriminde somutlaşacağını sezmiş gibidir. Helmut Bachmaier, metnin arkasına koyduğu açıklamalarda, bu anlatıda Goya’nın iç savaş resimlerindeki ürkütücü tabloları bulabileceğimizi söylüyor. Az önce de belirttiğim gibi yazar, çalgıcı Jacob’un psikolojik durumunu anlatırken, psikanalizin tespitlerine yakın yerlerden geçer. Çalgıcının baba kompleksi, bastırma, kaydırma ve telafi etme mekanizmaları belirgindir. 

19. Yüzyılda toplumdışı figürü, edebiyatın çok sevilen tiplerindendi. Fakır çalgıcı, işi gücü bulunmayan, kemanıyla ekmeğini kazanmaya çalışan biri olarak toplumdışıdır. Ama öte yandan müzik ile olan ilişkisi bakımından da “aykırıdır.” Dinleyicisine aldırmadan çalar; önünde notalar vardır, ama onu nota ile müzik ile kurduğu ilişki tamamen kendine özgü, yerleşik eğilime terstir. Tam bu noktada sanatın hayatın içindeki rolünün ne olduğu, sanat-hayat ilişkisinden ne anlaşılması gerektiği, sanatın özgürleştirici işlevi gibi soruların çevresindeki tematik düzlemler kendini ele verir ve anlatıyı geleneksel “sanatçı öyküleri” kategorisine koymamızı sağlar. 

Hayat Jacob için acıdır, öyleyse hayat-sanat ve acı çekme arasında kurulmuş bir ilişkiyle karşı karşıya olduğumuz söylenebilir. Jacob’un acıları, müzik aşkı, aynı zamanda onun çilesinin de öyküsüdür ve bu bağlantı bizi Schopenhauer’in “hayatı acı çekmektir” tespitine götürür, ona göre sanatçı sürekli kendi amacı doğrultusunda yönlendirmeye çalışan doyumsuz “iradeden” hayatı bir sanata çevirerek kurtulabilir. Jacob’un müziğe olan düşkünlüğünü değil, bir bakıma hayatını bir sanat eseri gibi algılayışını da bu anlayış doğrultusunda kavrayabiliriz. Ses, söz, müzik arasındaki ilişki, klasikten moderne, sanatın 19. Yüzyıldaki gelişmesine yönelik bir ipucu vermesi bakımından da bir işlev taşıdığı gibi, bir hayatı gerçekçi çizgileriyle anlatan bir uzun öyküden çok, müzik-sanat ideali-hayat ilişkisini düşündüren bir metin ile karşı karşıya olduğumuzu da kanıtlıyor.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder