Bordo
Siyah yayınevinin Ağustos ’12 baskısı temel alınmıştır.
“Hayır
Müjgan hanım, beni yanlış anladığınızı görüyorum. İhtimal, yaşama biçiminizden,
hayatın size bağışladığı izin ve fırsatlardan (dolayı), durumunuzdan memnun
olmayabilirsiniz; ben bundan ve bunlardan değil, şiir ve büyüleyiciliğinizin
size vaad ettiği gelecekteki mutluluklardan, güzelliğinizin pek kolayca
sağlayacağı parlak emellerden söz ediyorum. Derin, şairce bir çekiciliğiniz
var, bu çekicilik size öyle güler yüzlü ufuklar açabilir ki…” (sf 22.)
“Özen
gösterilerek yetiştirilen çiçekler ve yemişler vardır; sonra köşede bucakta,
çayırların, çitlerin arasında kendi kendilerine yetişmiş çiçeklerle yemişler de
vardır. İnsan o özen gösterilen örneklere elbette hayran olur; ama doğanın
lütuf ve özeniyle kenarda yetişmiş olanı da yakından incelersek ne derin
güzellikler keşfederiz. Kimi zaman, bir çayır ucunda öyle bir çiçeğe ya da bir
çit üstünde öyle bir yemişe rast gelirsiniz ki, hayran kalmamak kabul olmaz. O
kadar çekici ve tatlıdır. İşte Müjgan Hanım’ı hiç tanımadan, dün gece salondaki
davranışları ile birdenbire görünce bana öyle geldi. (Onu,) önce hiç dikkati
çekmeyen ama sonra keşfedilecek pek derin güzelliklere, pek olağandışı tatlara
sahip olduğu anlaşılan bir çiçeğe, bir yemişle… mesela… mesela… ben pek
severim… bir böğürtlene benzettim. Benim bu ilgim, (onun) genellikle akılcı,
beğenilen örneklerden çok, özel bir zevke sahip olduğumu gösterir.” (sf.38)
“Sonra
yeniden böğürtlen benzetmesine gelecek olursam, bu zararlı ve yabani değil,
özellikle iddiasız ve alçakgönüllü bir hanımefendi. Özenle toplanıp, törenle
bir sofrada sunulan turfanda çileğe, ben böğürtleni tercih ederim. Evet, çilek
daha parlaktır, daha gösterişlidir, ama ne yapayım ki pek boldur, istenirse
yetiştirilir. Oysa bir çitin en uzak bir köşesinde yetişmiş nazlı, gururlu, yüksek
bir böğürtleni düşününüz.” (sf.38)
“Yalnız
yetiştiği dikenli çitlerin, karışık dalların üstünde, dokunulmaktan uzak,
gözden gizli, devrilmesi mümkün olmayan tahtında egemen olan gururlu ve
görkemli bir böğürtlen kraliçesi. Bu söze verilen anlamda benim de hakkım
vardı. O güzelliği ve kabalığıyla da böğürtlendi, çekiciliği ve lezzetiyle de…”
(sf.47)
Bin yıl
yaşasam, gecenin sessizliği ve karanlığı içinde, bu ıssız çamlıkta yankılanan
bu feryadı işiteceğime yemin ederim. (sf 51.)
“… ya
da belki iki bakış kapar, iki nefes içerim umuduyla çamlıkta kitap okuyarak
beklemeyi tercih ediyorum. Yani ömrüm boş bir bekleyiş içinde, havadan sudan
istekler peşinde geçip gidiyor.
Onu ne
kadar çok tanısam, o kadar az anlıyorum ve o kadar garip, o kadar bilmece gibi
bir genç kız buluyorum.“ (sf 54,55)
O da
gelse, o da gülse, o da olsa, ah ne olurdu! O da birlikte olsaydı! (sf. 57)
Acaba
bu sertlik asıl karakteri mi, yoksa olayların itişiyle ortaya çıkan, sonradan
olma bir kişilik mi? Yani asıl ruhu kısır ve kuru mu, yoksa sonradan dışa karşı
mı bu hale gelmiş? Bu kadar ince, bu kadar duyarlı, bu kadar güzel bir
varlığın, hayatın ziyafetlerinden bu olumsuz ve somurtkan bir yüz ile geçmesi
ne büyük kayıp ve bu sebeple ne mutluluklar gidiyor… bunu bilse… (sf.58)
Her
zaman ki gibi ters bir cevap verebilecekken, böyle susması pek anlamlı değil
miydi? (sf 63.)
“Kimse
kimseyi anlamıyor ve bilmiyor…” dedi. “Herkes, her şey ve herkes hakkında
kendisinin düşüncelerine ve bilgilerine göre anlam veriyor. Ve siz ne
yaparsanız yapınız, boşuna. Böyle bir kere hükmü giydiniz mi, tıpkı adliye
mahkumları gibi bunu uzun uzun çekmeye ve ödemeye mecbur kalırsınız. Mesela
benim hakkımda hiç kimsede zerre kadar doğru bir fikir olmadığına ben eminim. Ne
yapsalar, beni anlayamazlar ki. Bir kere onların hiç birine benzemiyorum. Buna
eminim. Çevremdeki bütün insanlara bakıyorum, hiç birine benzemiyorum. Bütün
dünya, mesela paraya tapıyor, gösterişe vurgun. Oysa ben paradan nefret ederim.
Gösterişi hiç sevmem. Dünyada paranın yol açtığı felaketleri, acıklı olayları
düşününüz. Hayatın en zararlı, en öldürücü ve en zehirli bir mikrobu değil mi?”
(sf 64.)
“parasız
insanlar…” diye devam etti, “Parasız insanlar (insan) sayılmıyor. Oysa, parayı
kazanmak için insanlıktan ne kadar feda etmek lazım değil mi? Bütün namus,
bütün soyluluk, bütün onur, hep paraya feda ediliyor. Kadınlar namuslarını,
erkekler onurlarını hep para için çamura atıyorlar. Bir kadın para için
vücudunu değil, tek bir bakışını bile feda etmemelidir.” (sf .64)
“İstiyorsunuz
ki, sefiller, açlar, hastalar, zenginlere esir olsunlar, öyle mi beyefendi? Bir
genç kız, sefaletten kurtulup lüks içinde yuvarlanmak, bir zavallı ana açlıktan
kurtulup doymak, zavallı baba hastalığa karşı bir çare bulup rahat etmek için sizin
elinizde oyuncak olsunlar, namuslarını, onurlarını size feda etsinler. Evet,
bunu yapacak sefiller ne yazık ki vardır, ama geberip gitmeyi bu rezaletlere,
bu suskunluğa tercih eden ruhlar olduğunu da unutmayınız!” (sf. 65)
“Nasıl
elimde olmadan, soluk alıp veriyorsam, elimde olmadan düşünüyorum. Yani her an,
her an beni kavuran, şişleyen o elemli anılar ve o katil hançer…
Evet,
tıpkı bir hançer. Bir hançer nasıl yırta yırta, nasıl zehirli elleriyle ite
parçalaya, sert sert vücuda girerse, düşünceler de kalbimi ve ruhumu öyle acı
acı yakıp kavurarak yankılanıyor ve her defasında zehri, ateşi çoğalıyor… çünkü
her defasında, başlangıçta dikkatten nasıl uzak kalmış yeni (ve başka bir)
ayrıntı canlanıyor. (sf 72.)
Burada
bir insan değil, bir hayal gibiyim…
İnsan
oldum, insan olmaya çalıştım da, ne yarar gördüm? (sf.73)
Aşk
nedir? Nedir bu? Bu nasıl şeydir? Ne anlaşılmaz, ne akıl ermez, ne hüküm
verilemez tehlikedir yarabbim? Yüz binlerce örnek, ihtimal daha parlak, daha
nazlı, daha taparcasına sevmeye değer benzerleri olan tek bir mahluk, sizi
kendisine nasıl da çözülemez zincirlerle bağlıyor; kendinizi niçin, nasıl
kurtarıp silkelenemiyor, silkinip kurtaramıyorsunuz? Bu ele geçmez, anlaşılmaz,
çözülemez büyü ve sır nedir? (sf. 76)
Evet,
şairin sözü doğru; yüz bin türlü aşka, tek bir ad veriyoruz.
Önce,
ancak pek genel hatlara ayırmak üzere, heves aşkı var. Aşktan söz edildiğini
işite işite ya da romanlarda okuya okuya, bu kadar övülen şeyi biz de yapmak
isteğine kapılıyoruz. Her hangi bir kadını sevmeye imreniyoruz, bunun üzerine
bir aşka giriyoruz.
Sonra,
zevk aşkı var. Nasılsa tanıdığımız bir kadından aldığımız zevki, kendi
kendimize büyütüp, aşk derecesine yükselterek, aşk taklidi yapıyoruz.
Sonra
gurur aşkı, sonra inat aşkı, sonra tutku aşkı, sonra alışkanlık aşkı var; var,
var ve en sonra aşk aşkı var .Yani bir aşk ki, ta ezelde, ruhların yazgının
yaratılıp dağıtıldığı zaman. Eflatun’un tanımına göre dişi ve erkek iki bölüme
ayrılarak hayatlarında birbirini arayıp bulmakla görevlendirilmiş iki mahlûkun dünyadaki
ilahi rastlantıları var. Yani, hiç heves duymaksızın, hiçbir yönelime, hiçbir
etkiye bağlanmaksızın, en bilemediğiniz bir zamanda karşınıza çıkan ve ancak o
öncesiz ilginin sıcak ve yararlı etkisi ile sizi çekip bağlayan aşk… asıl aşk
var. (sf 77)
Deneme
mi? Bu geçmişi unutmak denemesi değil, bir uzak hayalde takılıp kalmak denemesi
oluyor. Kendimin kopmaz bir bağ ile bağlı olduğumu, bana bin korku (ile)
kanıtlayan bir deneme. Başka bir kadının yanında, başka bir sesin musikisini
dinlerken, uzak ve hayali bir başka kadında dehşet içinde kalma denemesi; yani
bir umutsuzluk ve cinnet denemesi. (sf 78)
Her
insan ne büyük, ne bilinmez ve ne karanlık bir orman. Hiç girilmemiş, korkunç
bir orman ki türlü tehlikeler, türlü tuzaklarla dopdolu. İçine girince,
ihtimal, bütünlüğüyle güzel manzaralar, hoş gölgeler, nefis kokularla mutlu
olacağız; ama, daha da ihtimal ki, ayaklarımızın altında gizli uçurumlar
açılacak, karşımıza zehirli yıkanlar, katil kaplanlar, kan içici sırtlanlar
çıkacak. Yani bütünüyle bilinmezlik, bütünüyle sır ve bütünüyle tehlike…
Her
harekette başka bir önlem, her adımda başka bir sakınma gerek. Hele bütün
varlıklarıyla zararlı olan kadınlarla ilişkilerimizde her zaman şüphe, her zaman
yanlış anlama, sürekli olarak güvensizlik gerek. (sf 80)
Aşkın
ilahi coşkusunu ve kendinden geçme halini böyle birdenbire ve hayvanca bir zevk
ürperişi ile feda etmek ne cinayet… Ne affolunamaz bir cinayet! (sf 82)
Hayattan
gördüğü saldırı, onda köklü bir yanlış anlama, güvensizlik yaratmıştı. Bunu ben
o zaman nasıl bilirdim? (sf 84)
“Ben
ilk etkisinin taşkınlığı içinde, insanı hep yanlış yollara, sakat hareketlere
yönelten bu lanet olası gurur ve onur isyanı ile hiç bu ince noktaları
düşünemedim; fırladım, bağıracaktım; buralara düştüm. (sf 85.)
Bu
soluduğum havada onun ciğerlerinden geçerek ilâhileşmiş nefis damlalar var.
Başka ne gerek? (Sf 89)
çok güzel bence
YanıtlaSilBir gün bir kadına aşık olursam ona Böğürtlen diye sesleneceğim.
YanıtlaSil