Daha fazla
kitleselleşme, standartlaşma, denklik.
|
Çabamız, amansızca,
şiddetle üzerimize saldıran verili gerçekleri kabul etmeyi reddedişle başlıyor.
Modern toplumun giderek daha fazla patolojikleşen durumuyla yüz yüze gelmek: çöken
bir fiziksel çevrenin ortasında kitlesel cinayet patlamaları, giderek daha
fazla ilaca bağımlı hale gelen bir kitle. Bu girişim, muazzam atalet ve inkar
ile birlikte, bağlantısız ve marjinalleşmiş olarak öylece duruyor. Ne var ki gerçek
inatçıdır ve yüz yüze geldiğimiz kasvetli durum kadar benzeri görülmemiş bir
sorgulamaya yol açar. (sf. 6)
Politikaya yapışıp
kalmak, uygarlığın yok edici mantığıyla yüzleşmekten kaçınıp kabul edilmiş
varsayım ve tanımları onaylamanın bir yoludur. Muhalif, her şeyi ardında bırakıyor:
Gerçek bir niteliksel değişim, temel bir paradigma değişimi. (sf. 6)
Dili bir sistem
olarak kuran gramerdir; bu durum, sembolik olanın, iktidara el koymak için
sistemik hale dönüşmeye mecbur olduğunu hatırlatıyor bize. İşte bu şekilde algılanan
dünya yapılandırılmış hale geldi; bu dünyanın bolluğu da işleme tabi tutulup
eksiltildi. Her dilin grameri bir deneyim kuramıdır, hatta bir ideolojidir.
Kurallar ve sınırlar koyar ve baktığımızda içinden her şeyi gördüğümüz,
herkesin gözüne uyan mercekler imal eder. Bir dil -konuşanın tercihi doğrultusunda
değil- gramer kurallarınca belirlenir: İnsan zihni genellikle gramer ya da sözdizimi
ile çalışan bir makine gibi görülüyor artık. (sf. 14)
Dil, en derin anlamıyla
konformisttir; hatta nesnel gerçeklik bile onun baskısına maruz kalır. Gerçek denilen
şey tasfiye edilir, çünkü bu gerçek, dilin sınırları tarafından biçimlendirilip
kısıtlanır. Dilin indirgeyici kuvveti altında unuttuğumuz bir şey var: anlam için
hazır bulunan sembollere ihtiyacımızın olmadığı. (sf. 15)
Karmaşıklık ya da
hiyerarşinin ortaya çıkardığı sorunlar, sembolik araçlar tarafından hiçbir
zaman çözüme kavuşturulmadı. Sembolik açıdan üstesinden gelinen şey, sembolik olmayan
(gerçek) düzlemde el sürülmeden kalıyor. Sembolik araçlar gerçeklikten yan çizip
kaçıyor; tüm bunlar aksayan şeyin parçasıdır. Örneğin işbölümü, yüz yüze etkileşimi,
insanların doğal dünya ile kurdukları doğrudan, samimi ilişkiyi aşındırdı. (sf.
16)
Nasıl oldu da dünya ve bilinç esas itibariyle dilden
oluşmuş ve dil tarafından hapsedilmiş gibi görünmeye başladı? (sf. 18)
Uygarlık, esasında doğanın ve kadınların tahakküm altına alınmasının tarihidir. Ataerki ise, kadınların ve doğanın tahakküm altına alınması anlamına geliyor. Bu iki kurum temelde eşanlamlı mı? (sf. 21)
İlk uygarlıkların anaerkil olduklarına inanan bir sürü insan
var elbette. Feministler de dahil olmak üzere hiçbir antropolog ya da arkeolog
bu tür toplumlara dair bir kanıta rastlamamışlardır. "Anaerkil olmayı bir
kenara bırakın, gerçekten de eşitlikçi bir kültür arayışı boşa çıkmıştır"
sonucuna varıyor Sherry Ortner. (sf. 22)
Matrilocal Pueblo, Iroquois, Crow ve diğer Amerikan Yerli gruplarındaki
kadınlar, bir evlilik ilişkisini istedikleri zaman sona erdirebilirlerdi.
Kafile toplumunda erkekler ve kadınlar, kendi aralarındaki ilişkilerde olduğu
gibi bir kafileden diğerine de serbestçe ve gönül rahatlığıyla geçerler.
Rosalind Miles'a göre erkekler kadınların emeğine hükmetmiyor ya da
sömürmüyorlar; üstelik "bakireliği ya da iffeti fetişleştirmiyor, kadınların
cinsel ayrıcalıklarına yönelik talepte bulunmuyor, dolayısıyla kadınların ve
çocuklarının bedenleri üzerinde hiçbir denetim uygulamıyorlar." Zubeeda
Banu Quraishy, Afrika'dan bir örnek veriyor: "Mbuti toplumsal cinsiyet ilişkilerinin
ayırt edici özelliği, uyum ve işbirliğiydi. (sf. 23)
Gayle Rubin şu
sonuca varıyor: "Kadınların dünya-tarihi bakımından yenilgiye uğratılmaları,
kültürün kökenleriyle birlikte ortaya çıktı ve bu durum kültürün bir
önkoşuludur." (sf. 26)
Tam olarak yatıştırılmış olmasalar da kapatılmış kadınlar, edilgin
olarak tanımlanır. Tıpkı doğa gibi, üretilecek bir şey olarak değer taşırlar;
döllenmeyi bekleme, dışarıdan harekete geçirilme. Kadınlar, hareketli, küçük
anarşik gruplardaki özerklik ve nispeten eşitlik durumundan uzaklaşarak, karmaşık
yönetimli büyük yerleşimlerdeki kontrollü bir statüye doğru geçişi yaşıyorlar.
Bölünmüş toplumun bedeli olan mitoloji ve din, kadınların zayıflatılmış
konumunun kanıtıdır. (sf. 28)
Savaş, uygarlığın
temel gıdasıdır. Uygarlık yayılıp derinleştikçe, savaşın kitlesel, rasyonelleşmiş,
süreğen varlığı da artmıştır.
(sf. 34)
Daha erken tarihli W.J.
Perry'nin görüşü, her ne kadar durumu biraz idealleştirse
de genelde doğrudur: "Toplayıcı-avcı atalarımızın arasında savaşın, ahlaksızlığın,
kötü alışkanlıkların, çokeşliliğin, köleliğin ve kadınların buyruk altına alınmasının
olmadığı görülüyor.” (sf. 35)
Kadınların sadece avcılık yapmakla kalmayıp savaşa da
katıldıkları örnekler var (Dahomey'li Amozonlar; Bomeo'da bazı gruplar), fakat burada
toplumsal cinsiyet inşasının, erkekleştirici, militarist bir çizgide geliştiği
açıktır. (sf. 41)
Semboller
(örneğin ulusal bayraklar) türümüze, hemcinslerimizi insandan saymama izni
vererek, sistematik türiçi katliamı mümkün kılıyor. (sf. 43)
Her şeye kadir, mutlak teslimiyet isteyen bir tanrı,
yöneticilerin tepeden tırnağa tüm amaçlarını yansıtıyor,otoriteye istikrar kazandırıyordu. (sf. 52)
Süpermarket, alışveriş
merkezi, havaalanı bekleme salonu her yerde aynıdır; tıpkı işyeri, okul, apartman,
hastane ve hapishanenin kentlerimizde birbirlerinden neredeyse ayırt
edilememeleri gibi. (sf. 61)
Ortaya çıkan dünya
kenti, yapay olanın lehine doğayı yok ederek, doğaya karşı savaşını mükemmelleştirir
ve kırsal kesimi, kentsel önceliklere uyum sağlayan salt "çevreye" dönüştürür.
Tüm kentler, toprağın karşıtıdır. (sf. 62-63)
Her şey tehlikede
olduğuna göre, karşısına çıkıp iptal etmek gerek hepsini.
|
Ne var ki tahakkümün
gerçek yükselişi, sadece yoğunlaştırılmış tarımla -Childe, Levi-Strauss ve diğerlerinin
belirttiği gibi yazı sistemlerinin ortaya çıkışıyla- değil, metalürjiyle de başlamış
oldu. Uygarlığın ilk Neolitik evresinin ardından gelen bronz çağı ve demir çağı,
uygarlığı tam olarak merkezi konuma yerleştirdi. Toynbee'ye göre, "tarihin
seyri boyunca kent büyüklüğündeki artış, bir eğri ile gösterilirse, bu eğrinin,
teknoloji gücündeki artışı gösteren eğriyle aynı biçime sahip olduğu görülecektir.
(sf. 65)
19. yüzyılın
sonunda Durkheim, modem kentleşme ile birlikte intiharın ve deliliğin arttığından
söz ediyordu. Aslında kentlerde bağımlılık, yalnızlık duygusu ve her türden
duygusal huzursuzluk üretiliyor; bu durum Benjamin'in şunu anlamasına yol açtı:
"Büyük kent kalabalığının ilk kez onu gözlemleyenlerde uyandırdığı
duygular korku, tiksinme ve dehşetti." (sf. 67)
1900'e gelindiğinde
Georg Simmel, kentlerde yaşamanın sadece yalnızlığa değil, aynı zamanda yalnızlığı
daha da kötüleştiren kayıtsızlığa ya da duygusal uyuşukluğa da yol açtığını
fark etti. (sf. 67)
John Habberton'ın
1889'da yazdıkları şimdi de geçerliliğini koruyor: "Büyük bir kent, büyük
bir yaradır -asla tedavi edilemeyen bir yara." (sf. 69)
Picard'a göre hiçbir şey, sessizliğin kaybı kadar insan
karakterini değiştirmemiştir. Thoreau sessizliği "bozulmaması gereken
sığınak", savunulması gereken zorunlu bir barınak olarak tanımlamıştır. Artan
ses karşısında sessizlik zorunludur. Manipüle edici kitle kültürü, ayrı düştüğü
sessizlikten korkar; sessizlik tam da bu dünyaya ait olmadığı için bir direniş
aracıdır. Sessizliğin fonunda pek çok şeyi işitmek hala mümkündür; dolayısıyla
bir yol açılır, özerklik ve tahayyüle giden bir yol. (sf. 74)
Cioran, "tüm nesneler, ancak tam bir sessizlikte şifresini çözebileceğimiz bir dile sahiptir" sonucuna vararak, şeylerin sessizliğindeki gizleri göstermiştir. (sf. 76)
Nature'ın 12 Mart 1998
tarihli sayısında M.J. Morwood ve arkadaşları, 800 bin yıl önce insanların, batı
Pasifik'te açık deniz taşıtları kullandıklarına dair kanıtlar gösterdiler.
Deniz yolculuğuyla ilgili daha önceki en eski kanıt, yaklaşık 50 bin yıl öncesine
dayanıyordu. Bu yazarlara göre, ne kadar zaman önce insanların tekneler inşa
edip bu teknelerle okyanusta uzun yolculuklara çıktıklarına dair verilerde yapılan
bu muazzam düzeltme, ilk insanlığa ait bilişsel yeteneğin tamamen yeniden değerlendirilmesine
yol açtı. (sf. 82-83)
Çok yakın geçmişte bunalım, her yerde kendisini gösterip derinleşmiştir.
Şartlar hızla kötüleşiyor ve eski çözümlerin hiçbiri yardım etmiyor.
(sf. 93)
Dünya sisteminin ve
özellikle bu toplumun [Amerikan toplumunun] hangi yöne doğru gittiğini bilmeyen
çok kişi kaldı mı gerçekten? Sanayi uygarlığının bir marifeti olan küresel ısınma,
bu yüzyıl sona ermeden çok önce biyosferin canına okuyacak. Gezegenin her
yerindeki türlerin soyu, artan bir hızla tükeniyor, okyanuslardaki ölü bölgeler
artıyor, toprak ve hava gittikçe daha fazla zehirlenirken yağmur ormanları ve
geriye kalan her şey gözden çıkarılıyor. İki yaşındaki çocuklar bile
antidepresan kullanıyor, gençler arasında görülen duygusal hastalıklar geçen
yirmi yılda iki katın üzerine çıktı. Gençler arasında görülen intihar oranları
1970'lerden bu yana üçe katlandı. Yakın tarihli bir araştırma, lise öğrencilerinin
neredeyse üçte birinin en azından ayda bir kez aşırı içki içtiğini gösterdi;
araştırmacılar, "erken yaşta içki içmenin, Amerika'da salgın boyutlarına ulaştığı"
sonucuna vardılar.
Bu arada pek çok kişi,
evlerde, okullarda ve işyerlerinde meydana gelen öldürme olayları karşısında,
zor geçen her günü atlatmak için bir ilaca ihtiyaç duyuyor. En son patolojik gelişmelerden
biri -çok sayıdaki patolojik durumdan sadece biri- çocuklarını öldüren
ebeveynlerdir. Toplumsal çekirdeğin parçalanmasından sarsıcı ve dehşete düşürücü
fenomenler yumağı ortaya çıkıyor. Boşluk, keder, stres, can sıkıntısı, kaygıdan
oluşan bir peyzaj içinde yaşıyoruz; bu peyzaj içinde "insani doğamız",
doğal dünya arta kalanla birlikte giderek daha fazla değerden düşürülüyor. (sf.
93-94)
Uygarlığın kendisi, sonunda bir fiyaskoya dönüştü ve insanlık, tahakküme mutlak bir teslimiyet halinde kendisini tasfiye ederek sona eriyor. Her şey nasıl da el üstünde tutulan, tamamen bozguna uğratılmış ve sinik postmodern zeitgeist (zamanın ruhu) ile tam olarak uyum içinde. (sf. 94)
Sanırım bu
hareketin solun parçası olmaktan başka bir şeye dönüşüyor olduğu epeyce açık.
Bugüne dek kapitalizme
karşı çıkan her modern hareket özünde, üretim araçlarının
büyümesini ve
teknolojik gelişimin sürmesini kabullenmişti. Artık bu üretimci yönelim,
açıktan açığa reddediliyor; bu reddediş yeni anarşist harekette
yükselişe geçiyor. (sf. 96-97)
Sistematik karmaşıklık,
gündelik yaşamı parçalayıp sömürgeleştirir ve yozlaştırır. Bu karmaşıklığın
motorunu oluşturan işbölümü, kendi derinliklerinde insaniliği alçaltmakta, bizleri
sakatlayıp edilginleştirmektedir. (sf. 122)
Köleliği 19.
yüzyılda müdafaa edenlerin sefil, yanıltıcı ırkçılığı, 21.
yüzyıldan bakıldığında apaçık şekilde duruyor, gelgelelim benzer
ifşa edici bir ışık altında yüzyılımızın kölelik biçimini kaç kişi görüyor? Dünyasal
gelişim ve imparatorluk, ilerleme adına her yerde insanlığı köleleştirip doğayı
mahvediyor. Küreselleşme olarak bilinen ezici güç, sermaye ve teknolojinin
amansız ve evrenselleştirici sistemi sayesinde neredeyse tüm muhalefeti, muazzam
direnişi emip bünyesine katmıştır. Nihilizme yaklaşan bir boşunalık duygusu,
moderniteye yönelik kaçınılmaz bir tepki olarak kabul ediliyor artık: "Her
neyse …" Bu kaderci atmosfer içinde kuramın sefaleti tüm çıplaklığıyla gün
gibi ortada. Akademik kitaplıklar, yeni gerçekliklere teslim olmayı, uyum sağlamayı
salık veren cilt cilt kitaplarla dolu. (sf. 129)
Dünyayı kontrol etme
yoluyla bütünleşme projesi, her yerde parçalanmaya yol açıyor: Daha fazla köksüzlük,
gerileme, anlamsızlık …bunların hiçbiri bir gecede ortaya çıkmadı. Dünya
sistemi, ileri-teknolojik bir emperyalizme dönüşmüştür. (sf. 131)
Tüm yabancılaşmanın
kaynağını oluşturan "işbölümü, bir halka yapılmış suikasttır." 18. yüzyılda
Adam Smith'in yaptığı, işbölümünün sakatlayıcı, çarpıtıcı ve sefilleştirici doğasına
dair bu etkileyici tasvirin üstüne çıkan olmamıştır muhtemelen. (sf. 134)
Otizmin, aşırı
alkol tüketmenin ve cahilliğin yükselişi, daha da büyük bir olgu olarak
depresyonun ilerleyişini gösteriyor. "Sözde
Batı'nın zafer kazandığı bir çağda, bu kadar insan neden kendisini böylesine
berbat, yapayalnız, terk edilmiş hissediyor?" diye soruyor filozof
Bruce Wilshire. (sf. 138- 139)
Bazılarımız açısından
gün gibi ortadır ki sanal, küresel iktidar
ağlarından, sınırsız medyadan ve arta kalanların hepsinden başka bir yola
sapmak bir zorunluluktur. Bu kötüleşen dünya ile bağları koparıp, toplumsal içe
içe geçmişliğe, yüz yüze ilişkiye, doğanın ve
birbirimizin üzerinde tahakküm kurmamaya
doğru bir yöneliş gerekiyor. (sf. 139-140)
Yeryüzünde yaşamdan
geriye her ne kaldıysa, bunun bizden alınıyor olduğunu inkar etmek mümkün değil.
İnsani durumun sınırı ile gezegenimizin geleceğinin kırılganlığını eşleştirecek
analiz ve vizyon derinliği nerede? Yozlaşma ve zararın totalleştirici akıntısıyla
baş başa mıyız yalnızca? (sf. 146)
Son zamanlardaki
akademik modaların hızlı bir şekilde taranması, böylesi bir perspektifin nerede
aranmaması gerektiğini gösteriyor bizlere. Frederic Jameson'ın kavrayışlı ifadesi,
bizim açımızdan meseleyi ortaya koyuyor: "Modernleşme süreci tamamlandığında
ve doğa temelli olarak çekip gittiğinde, sahip olduğunuz şeydir postmodernizm."
Postmodernizm, mağlubiyet
ve muhafazakarlık etosunun aynasıdır; yabancılaşmanın ve yıkıcılığın yeni sınırlarına
uyum sağlamış iradenin ve zekanın bir başarısızlığıdır. (sf. 147)
Japonya'da
"insanlar artık sevişmiyorlar" ve intihar oranı hızla yükseliyor. Hikikiomori
ya da kendini tecrit etme, yıllarca odalarından dışarı çıkmayan
bir milyonun üzerindeki genç insanın başına bela oluyor. Tekno-kültür en yüksek
düzeyine ulaşırken, stres, depresyon ve kaygı düzeyleri de zirve yapıyor. (sf.
164- 165)
Her
"alternatif'i emen ve geri dönülemez gibi görünen bir totalite. Totaliter.
Bu, onun kendi mazereti ve ideolojisidir. Reddedişimiz, tüm bunları parçalama çağrımız,
giderek çok daha az karşı protesto ve argümanla karşılaşıyor. Sonuçta tepki genellikle şu şekilde
oluyor: "Evet, görüşün güzel, doğru, geçerli; fakat bu gerçekliği
asla başımızdan defedemeyeceğiz."
İnsaniyetsizlik lehine kazanılan sözde zaferlerin hiç biri
dünyayı, hatta
kendi türümüz açısından bile daha güvenilir hale getirmedi. Tüm devrimler
tahakkümü güncelleyerek, işleyişini daha da sıkılaştırdı. Çeşitli politik inançların
yükselişi ve çöküşüne rağmen, kazanan her zaman üretim olmuştur;
teknolojik
sistemlerin asla geri adım atmadığı görülüyor, sadece ilerliyorlar. Makinenin
kendi işlevi için talep ettiği kadar özgür ya da özerk hale geldik. (sf. 166-167)
Makinelerin Alacakaranlığı: Makaleler kitabına yaptığım çizimi T-shirt haline getirdik. Ücretsiz olarak zamanı gelince hediye edeceğiz! 06-03-2019. |
Komünizm yönelimini
bir kenara bırakırsak, günümüz Solunun ne kadarı, kitle üretimine yazılmış
Marksiyen güzellemeyle ters düşüyor ki? Her yere yayılmaya devam eden
kitleselleştirilmiş, standartlaşmış Ölüm Mıntıkası'na yönelik (sonuçlarıyla
birlikte) ciddi bir eleştiri nerede? (sf. 174)
En hafif deyimiyle göz korkutucu bir karşı çıkış; fakat
toplu itiraza rağmen düşündüğünü açıkça söylemek için gayrete gelen çocuğu hatırlayın.
Kral çıplaktı; büyü bozulmuştu. (sf. 174)
John Zerzan'ın yazıları, tespitleri benim hayatımı açıkçası Jared Diamond'dan bile daha fazla etkiledi. İlerleme, teknolojinin esir edişi, tarımın getirdiği hiyerarşik düzen, sıyrılmak için önerileri. Zerzan'ın bu kadar az bilinmesi çok üzücü. Onun kitaplarına, nasıl ya, bu kadar da değildir diye yaklaşıp aylarca araştırdıktan sonra söylediklerinin kaynaklarıyla doğruluğunu gördüm. Blogun da yer aldığı ve çizimler için ayrıca sevindim. They Live filmindeki alıntı da harika durmuş.
YanıtlaSilBazen bir şeyler öğrenmek, bazen karşı çıkmak,bazen düşünmek için okunur kitaplar, bu da öyle. Her şeye katılmayın hatta bazen inadına savaşın ama okuyun.
YanıtlaSilGüzel alıntılar ve güzel kitaplar. Etkileyici. Bazen bir söz bir nesli yürütür.
YanıtlaSil