Motosikletinin üzerine yumulmuş giden insan bu gidişin somut bir saniyesine verir kendini yalnızca; geçmişten ve gelecekten kopmuş bir zaman parçasına tutunur; zamanın sürekliliğinden kopmuştur; başka bir deyişle, esrime durumundadır; bu durumda yaşı, karısı, çocukları, kaygıları umurunda bile değildir, unutmuştur onları, bu nedenle korkmaz, çünkü korkusunun kaynağı gelecektedir ve gelecekten kurtulmuş bir insan için korkacak bir şey yoktur. (sf. 10)
Yavaşlığın keyfi
neden yitip gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin
tembel kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık
havada yıldız palasta uyku çeken şu serseri tayfası nerede şimdi? Kır
yollarıyla, çayırlarıyla, harman yerleriyle, doğa güzellikleriyle nereye
gittiler? (sf. 10)
Her şeyin anlatıldığı böylesine bir dünyada, hem çok kolayca
kullanılabilecek hem de en öldürücü silah, her şeyi açığa vurma, dile düşürme
silahıdır. (sf. 15)
Küçükken, bir kavkıyı kulağıma dayayınca denizin en eski
mırıltısını duyabileceğimi söylerlerdi. Laclos’nun dünyasında da tıpkı
böyledir, ağızdan çıkan her söz artık sonsuza kadar duyulabilir. Bu mudur
XVIII. Yüzyıl? Bu mudur hazzın cenneti? Ya da hiç farkına varmaksızın, hep
böylesine çınlayan bir kavkının içinde mi yaşamaktadır insan? Her ne olursa
olsun, yankılı kavkı, tilmizlerine, “Gizli yaşayacaksın!” diye buyuran Epiküros’un
dünyası değildir. (sf. 15-16)
İktidarın değil, ünün peşindedir dansçı; şu ya da bu toplumsal
düzeni dünyaya zorla benimsetmeye kalkışmaz (umurunda bile değildir böyle bir
şey) ama kendi ben’ini ünlendirmek için sahnede kalmayı arzular.
Sahnede kalmak için de başkalarını sahneden kışkışlamak
gerekir. Bu da özel bir savaş tekniğini zorunlu kılar doğal olarak. Dansçının
yürüttüğü savaşımı manevi judo olarak tanımlar Pontevin; dansçı dünyaya meydan
okur. Ondan daha aktöreli (daha yürekli, daha onurlu, daha içten, özveriye daha
hazır, daha doğrucu) görünecek biri var mıdır? Ve ötekini tinsel bakımdan daha
aşağı düzeye indirmesini sağlayacak bütün tutuş biçimlerini, oyunları kullanır.
(sf. 21-22)
Düşüncelerini tanıtmayı umursamıyor mu? Az bile: nefret
ediyor bundan. Düşüncelerini yayımlayan kişi başkalarını kendi gerçekliğine
inandırmak, onları etkilemek ve böylece dünyayı değiştirmek isteyenlerin rolünü
üstlenmek tehlikesini göze alır aslında. (sf. 24)
…”Çünkü dansçı kişi başkalarından daha çok ahlaki olmak
ister. Oysa ben, senden daha kötü olmak istedim.” (sf. 28)
Çünkü onun baştan çıkarmak istediği seyirci somut, gözle
görünen birtakım kadınlar değil, görünmez bir kalabalık kitlesidir! (sf. 29)
Konuşmak zaman
doldurmak değildir, tersine, zamanı konuşma düzenler, zamanı yöneten konuşmadır
ve uyulması gereken yasaları o koyar. (sf. 31)
Varoluşun matematiğinde bu deneyim iki temel denklem
biçimine girer; Yavaşlığın derecesi anının yoğunluğuyla doğru orantılıdır;
hızın derecesi unutmanın yoğunluğuyla doğru orantılıdır. (sf. 36)
Bir oymacı, desen ressamı, diplomat, gezgin, sanat uzmanı,
salon büyücüsü, parlak bir meslek ve yaşam insanı olan Denon, öykünün sahibi
olduğunu ileri sürmedi hiçbir zaman. Ün denen şeyi istemediği için değil, hiç
kuşkusuz, çünkü o sıralar başka bir anlamı vardı ünün; onu ilgilendiren ve
etkilemek istediği çevrenin, günümüz yazarının ele geçirmek için can attığı
adsız kitle olmayıp kendisinin kişisel olarak tanıyıp değer verdiği küçük bir
topluluk olduğunu düşünüyorum. (sf. 37)
Örneğin, seçilmiş olma duygusu her aşk ilişkisinde vardır.
Çünkü aşk, tanım olarak, hak edilmemiş bir armağandır; hak etmeden sevilmek,
gerçek aşkın eksiksiz kanıtıdır. Bir kadın bana, “Seni seviyorum, çünkü
zekisin, çünkü namuslusun, çünkü bana armağanlar alıyorsun, çünkü zamparalık
yapmıyorsun, çünkü bulaşık yıkıyorsun,” derse, hayal kırıklığına uğrarım; bu
aşkta çıkarcı bir yan vardır. Şöyle bir cümle duymak kim bilir ne güzeldir: “Zeki
olmamana, namuslu olmamana karşın, yalancı, bencil, alçak olmana karşın senin
için deli oluyorum.” (sf. 44)
Bir insanın yalnızca yüksek sesle düşündüğü için hayatına anlam veren şeyden yoksun kalabildiği bir ülkeden geliyorum. (sf. 53)
Kendimizin seçmediği
insanlık durumuna karşı başkaldırı. Doğaçlama konuşmasının incisi olan bu
son cümle kendisini de şaşırtıyor, aslında güzel bir cümle zaten; birden onu
siyasal tercihlerinin ötesine götürüyor ve ülkesinin en büyük zekâlarıyla aynı
düzeye getiriyor. Böyle bir cümleyi Camus yazabilirdi, tıpkı Malraux ya da
Sartre gibi. (sf. 63)
Gerçekten de en ölgün seslerin bile duyulduğu ortamlar
vardır. Özellikle de bizi kızdıran düşünceleri dile getirdikleri zamanlar. (sf.
65)
Güncelliğin
dalkavuklarının yanıldıkları şey işte bu. Tarihin sahnelediği durumların
yalnızca ilk dakikalar süresince aydınlatıldıklarını bilmiyor bu dalkavuklar.
Hiçbir olay bütün süresince güncel değildir, yalnızca kısacık bir süre,
başlangıçta. Milyonlarca televizyon seyircisinin açgözlülükle seyrettikleri
ölen Somalili çocuklar artık ölmüyorlar mı? Ne oldular acaba? Şişmanladılar mı,
yoksa zayıfladılar mı? Somali diye bir ülke var mı hala? Dahası hiç var olmuş
muydu? Bir serabın adı olmasın sakın? (sf. 73)
”…Sen benim karabasanımsın. Benim kötü rüyamsın. Benim
başarısızlığımsın. Benim utancımsın. Benim aşağılanmamsın. Benim tiksintimsin.
Bunu söylemek zorundayım. Acımasızca. Duraksamadan. Artık hiçbir anlamı
kalmamış olan bu ilişkiyi uzatmadan.” (sf.82)
Çağımızda unutma arzusu bir saplantı haline gelmiştir; bu
nedenle, bu arzuyu tatmin etmek için hız iblisine teslim olmuştur çağımız;
kendi anımsamak istemediğini bize anlatmak için hızını artırır; çünkü kendinden
bıkmıştır, kendinden tiksinmektedir; belleğin küçük titrek alevini söndürmek
istemektedir. (sf. 102)
Dost! Kardeş! Üzülme böyle! Çık! Yatmaya git! Unutulduğun
için sevin, neşelen. Genel bellek yitiminin yumuşacık şalına sarın. Seni
inciten gülüşü unut artık, yok artık bu gülüş, yok, tıpkı yapı iskelelerinde
geçen yıllarının var olmaması gibi, mazlum şanının artık var olmaması gibi, yok
artık bu gülüş. Şato sakin, aç pencereyi, ağaçların kokusu odanı dolduracak. (sf.
103)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder