İçinde bulunduğumuz genel durum kötüleştikçe, bizler de giderek daha fazla olguyu sorgulamaya başlıyoruz. Artık dayanılmaz bir düzeye ulaşmış olan toplumsal koşullar, sorunların kaynağını görebilmek için, çok daha derinlere bakmamızı gerektiriyor. Bu seçkide savunmaya çalıştığım düşüncelerin odak noktası, günümüzün globalleştirici kültürü içinde yaşamın dehşet verici bir Ölüm Bölgesi haline getirilmesinin nedenlerinin ve çözümlerinin bir hayli derinlerde olduğu gerçeğidir. (sf. 6)
Tekno-sermaye tarafından yaratılan ve her şeyi silip süpüren Mega-makinanın kökeni, bana kalırsa, bizzat uygarlığın kendisine, işbölümü ve evcilleştirme mantığından doğan ilerleme saplantısına dayanmaktadır. Böyle bir temele sahip olan sembolik kültürün kendisi, sonuçlarını görmekten artık hiçbir şekilde kaçınamayacağımız İlerleme virüsünün başlangıcı olsa gerek. Tartışmaya açık olan bu görüşlerimin, günümüzün sözüm ona "gelişmekte olan" toplumunun kapıldığı ölüm yürüyüşünün dayanaklarını ortaya çıkarması bakımından bir işe yaramasını umuyorum
Bitki ve hayvan nesillerinin hızla tükenmesi, ozon
delikleri, global ısınma, dünyadaki yağmur ormanlarının ortadan kaldırılması
-ki 1998'te Honduras'ta yaşanan felaket bunun ne anlama geldiğini gözler önüne
sermiştir- ve hızla artan genel bir çevresel zehirlenme; tüm bunlar,
öngörülebilir kriz silsilesinin yalnızca birkaç öğesidir.
Batı toplumlarında toplumsal yaşam alanları günbegün
hiper-yabancılaşmanın yeni zirvelerine erişmektedir. Sanayileşmiş ülkelerde baş
gösteren ciddi ve yıkıcı bunalımın boyutları, her on yılda bir ikiye
katlanmaktadır. ABD'de gençler arasındaki intihar oranı son otuz yıl içinde üç
katına çıkarken, aynı dönemdeki sosyal ve siyasal katılım hızlı bir şekilde baş
aşağı gitmiştir. Yalnızlık, anlamsızlık
ve huzursuzluk duygulan giderek derinleşmekte, birbirinden çarpıcı cinayet
serüvenleri olağan olaylar haline gelmekte ve bu olgular eskiden şiddetin pek
yaygın olmadığı toplumlarda da artık karşımıza çıkmaktadır. Postmodernizmin
derin sinikliği her yanı sarmakta ve toplumun hiçbir kurumu, göstermelik bir
sadakatten başka bir işe yaramamaktadır. Bu toplumsal acılar listesini uzatmak
elbette zor değil. (sf. 6-7)
Nitekim, eğer mevcut toplumsal tablo rahattan ve huzurdan
ibaret olsaydı, bunca mutsuzluk açığa çıkar mıydı hiç? Belki de en büyük umudumuz bu mutsuzluğun fark edilmesidir ve
gerçekliğin bu yeni şafağı, Kirkpatrick Sale'in deyimiyle, geleceğe karşı
savaşan isyancılar olmamızı gerektiriyor. (sf. 7)
Yaşadığımız güncel global krize ulaşmamızda epeyce payı
olan işbölümü, günübirlik işleyişiyle, bugünkü korkunçluğun kökenlerini
kavramamızı engellemektedir. (sf. 11)
Çağdaş yaşamın getirdiği mutsuzluk, bu yaşamı
meşrulaştırmak üzere sıralanan resmi yalanları gözler önüne sermekte ve
böylece, insanın gelişimi hakkında çok daha gerçekçi bir tablo ortaya
çıkmaktadır. Modern yaşamdaki koyuvermişlik ve boyun eğmişlik uzunca bir zaman
"insan doğasının" zorunlu sonuçları sayılmıştır. Ne de olsa, uygarlık
öncesi yaşamımızın mahrumiyetten, vahşilikten ve cehaletten ibaret olduğu anlayışı,
bizi o yabanilikten kurtaran otorite açısından güzide bir armağan olmuştur.
"Mağara insanı" ve "Neandertal" hala da bize, dinin,
yönetimin ve yorucu çalışmanın olmadığı bir yaşamı hatırlatmaktadır.
Ancak, kökenimize ilişkin bu ideolojik yaklaşım, yakın
geçmişte, Richard Lee ve Marshall Sahlins gibi akademisyenlerin çalışmalarıyla
tamamen tersyüz edildi. Antropolojik ortodoksluk son derece köklü bir dönüşüme
uğrayarak, yepyeni kavrayışlara kaynaklık etti. Evcilleşme ve tarım öncesi
yaşamın, ağırlıklı olarak doğayla özdeşleşme, duyusal bilgelik, cinsel eşitlik
ve sağlığın hüküm sürdüğü bir yaşam olduğunu ancak şimdi öğrenebiliyoruz. Evet,
insan doğamız iki milyon yıl boyunca böyleydi; ta ki, rahipler, krallar ve
patronlar tarafından köleleştirilinceye kadar. (sf. 11-12)
Oysa uygarlığa vurulan başka bir darbeyle öğreniyoruz ki,
insanlar bir zamanlar ve son derece uzun bir dönem boyunca, yabancılaşmanın ve
tahakkümün ne olduğunu bilmemekle kalmayıp, John Fowlet ve Thomas Wynn adlı
arkeologlar tarafından 1980'den beri yürütülen araştırmalarda da görüldüğü
gibi, en azından bizimkine denk bir zekaya da sahip olmuşlardır. Böylece
"cehalet" tezini hiç zorlanmaksızın başımızdan attıktan sonra, yeni
veriler ışığında kökenimiz hakkında fikir yürütebiliriz. (sf. 12)
Bir zamanlar, verili kabul edilen ve avcı-toplayıcı
kavramıyla ifade edilen cinsler arasındaki işbölümü, insanın kökenindeki diğer
kilit alanlardan biridir. Daha önce kadınlara özgü bir uğraş olduğu düşünülen
ve erkekler tarafından yapılan avcılıkla kıyaslandığında ikincil bir öneme
sahip olan bitki toplayıcılığının, aslında temel besin kaynağını teşkil ettiği
artık pek çok kişi tarafından kabul edilmektedir. Kadınlar yiyecek bakımından
erkeklere fazlaca bağımlı olmadıklarından, işbölümünden ziyade, esnekliğin ve
ortak etkinliğin esas olması olası görünüyor. Zihlman'ın da belirttiği gibi, genel
bir davranışsal esneklik, erken insan varoluşunun temel öğelerinden biri olmuş
olmalıdır. Joan Gero, taş aletlerin erkekler tarafından olduğu kadar kadınlar
tarafından da yapılmış olabileceğini göstermiştir; Poirier ise bize şunları hatırlatıyor:
"İlk insanların cinsel işbölümü sergiledikleri iddiasını destekleyebilecek
herhangi bir arkeolojik kanıt bulunmamaktadır." Yiyecek toplayıcılığı pek
işbölümü gerektirmemiş olsa gerek; ve cinsel uzmanlaşma, muhtemelen insan evriminde
çok daha sonraları ortaya çıkmıştır.
Peki, türümüzü başlatan uyarlanma toplayıcılığa
dayandıysa, avcılık ne zaman devreye girdi? Binford, görece yakın bir dönemde
ortaya çıkan anatomik bakımdan modern insanlardan önce, hayvansal ürünlerin
kullanımına ilişkin herhangi bir ize (yani kesim faaliyetlerine işaret eden
kanıtlara) rastlanılmadığını öne sürmüştür. Doğu Afrika'da bulunan fosil dişler
üzerinde yapılan elektron mikroskop çalışmaları, çoğunlukla meyvelerden oluşan
bir beslenme rejimine işaret ederken, Kenya'daki Koobi Fora bölgesinde bulunan 1.5
milyon yıllık taş aletler üzerinde yapılan benzer incelemeler, bu aletlerin
bitkiler üzerinde kullanıldığını göstermektedir. (sf. 14)
Türün "doğal" durumu, yağ ve hayvan proteini
içeren ve kronik bozukluklara yol açan modern beslenme rejiminin tersine,
çoğunlukla lif bakımından zengin bir bitkisel beslenme rejimiydi. (sf. 15)
Ancak, yaygın tarih öncesi avcılığı varsayımları, birçok
kanıt ile tersyüz edilmiştir. Örneğin, daha önce, büyük çaplı memeli hayvan
avının göstergesi sayılan kemik yığınlarının, daha ayrıntılı bir incelemeden
sonra, su taşkınları veya hayvan sığınakları olmasından kaynaklandığı ortaya
çıktı. Lewis Binford'un "Tooralba'da Fil Avcıları Var mıydı?" adlı
çalışması, böylesi ayrıntılı bir yaklaşıma iyi bir örnek teşkil ediyor; Binford
bu çalışmasında, 200.000 yıl öncesine kadar kayda değer bir avcılık yapıldığına
ilişkin kuşkularını dile getiriyor. Adrienne Zihlman ise, bu konuda şu sonuca
varıyor: "Avcılık evrimde görece geç ortaya çıkmıştır ve son yüz bin yılın
ötesine geçmeyebilir." Tarımın ortaya çıkışından hemen önceki Üst
Paleolitik dönemden önce, memeli hayvanlara yönelik ciddi avcılık kanıtlarına
rastlanılmadığı birçok kişi tarafından belirtilmektedir. (sf. 15)
Öte yandan, son zamanlarda, türlerin genel çerçevesi bir bütün
olarak kuşkulu bir önerme haline geldi. Çeşitli Homo türlerine ait "tüm
fosil örneklerinin, ara morfolojik özellikler sergilediğine ve bu durumun,
insanların keyfi bir sınıflandırmaya tabi tutulması konusunda çeşitli kuşkulara
yol açtığına dikkat çekiliyor. Örneğin Fagan şöyle diyor: "Hem Homo erektus
ile arkaik Homo sapiens arasında, hem de arkaik Homo sapiens ile anatomik
anlamda modern Homo sapiens arasına kesin bir taksonomik sınır çizmek son derece zordur." Foley’de benzer
şeyler söylüyor: "Homo erektus ile Homo sapiens arasındaki anatomik
farklılıklar fazla değildir. Daha kesin konuşan Jelinek ise, erektus ile
sapiensin iki ayrı tür sayılmasını gerektiren "yeterli anatomik veya kültürel
neden bulunmadığını" açıklıyor ve Hublin'in yaptığı gibi, en azından Orta
Paleolitik çağdan itibaren "insanların Homo sapiens olarak değerlendirilebileceği"
sonucuna varıyor. Aşağıda tartışılan, erken zekanın yeniden değerlendirilmesi gerekliliği,
türler konusundaki mevcut karışıklığa bağlı olarak ele alınmalıdır, zira,
eskiden beri hüküm süren toptancı evrim modeli artık geçerliliğini
yitirmektedir (sf. 17)
Paleolitik çağda uzun bir zaman dilimi boyunca,
teknolojide sadece birkaç küçük değişiklik meydana gelmişti. Gerhard Kraus'a
göre, "2.5 milyon yılı aşkın bir süre boyunca, taş alet kullanımında
ölçülen yenilik hemen hemen sıfırdı." Tarih öncesi zeka hakkında bildiklerimizi
de hesaba kattığımızda, böylesi bir "durgunluk" özellikle pek çok
sosyal bilimcinin canını sıkmaktadır. Wymer'ın deyişiyle, ''böylesine yavaş bir
ilerlemeyi kavramak bir hayli zordur." Avcı-toplayıcı varoluşun başarısı
ve hoşnutluğuyla donanmış zekanın, kayda değer bir "ilerleme"
olmayışının başlıca nedeni olması bana son derece makul görünüyor. İşbölümü,
evcilleşme ve sembolik kültür; besbelli ki, bunların tümü yakın zamana kadar açıkça
reddedilmişti.
Cohen,
"toplumsal düzenin gelişimi ve bekası için" sembollerin "zaruri"
olduğunu ileri sürmüştür. Bu da, -azımsanmayacak miktardaki pozitif kanıtın
daha zorlayıcı şekilde gösterdiği gibi- sembollerin ortaya çıkışından önce,
onların varlığını gerektirecek bir düzensizlik halinin olmadığı anlamına geliyor.
(sf.20)
Asıl şaşırtıcı olan, uygarlığa yapılan bu geçişin hala
olumlu bir gelişme olarak görülebilmesidir. "Sembolik tarzın… olağanüstü
bir uyarlama gücüne sahip olduğu ortaya çıktı, eğer öyle olmasa Homo sapiens
nasıl dünyanın maddi efendisi olabilirdi?" sonucuna varan Foster uygarlığa
geçişi adeta kutlamaktadır. "Sembol manipülasyonunun, kültürün başlıca
malzemesi olduğunu" kabul eden Foster şüphesiz haklıdır, ancak, şu olguyu
fark etmediği anlaşılıyor; yabancılaşmayı ve doğanın yıkımını günümüzdeki
ürkütücü boyutlara taşıyan şey, bizzat bu başarılı uyarlanma olmuştur. (sf. 21)
Dil, modern
öncesi bireyin açık olduğu imge ve duygu fırtınalarına ket vurarak,
"dizginleyici bir etmen" olma ve yaşamı "daha büyük bir
denetime" tabi kılma işlevini görmüş olmalıdır. Bu anlamda dil, açıklığın ve
doğayla ortaklığın hüküm sürdüğü bir yaşamdan, sembolik kültürün yükselişinden
sonra ortaya çıkan tahakküme ve evcilleşmeye yönelik bir yaşama geçişi temsil
etmiş olmalıdır. Bu arada, dil ile düşündüğümüz için düşüncenin ilerlediğini varsaymak
(ilerleyişini evrensel bir memnuniyetle karşılayabileceğimiz "tarafsız"
düşünce diye bir şey varsa eğer) muhtemelen yanlıştır, çünkü bunu varsaymamızı
gerektiren kesin bir kanıt yoktur. (sf. 21)
Gans'e göre "çeşitli seküler sanat türlerinin
ritüelden türemiş olduğu, kuşkuya hemen hemen hiç yer bırakmamaktadır."
Böylece, bir sıkıntının başlangıcını, eski ve dolaysız bir otantikliğin yok
oluşunun yol açtığı o duyguyu artık fark edebiliriz. "Sanat ve din, aynı
şekilde, tatmin olmamış arzulardan doğmuştur" diyen La Barre bence de
haklıdır. Önce dil olarak, daha soyut, sonra ritüel ve sanat olarak daha
amaçsal bir şekilde ortaya çıkan kültürün işlevi, manevi ve toplumsal kaygıları
yapay bir tarzda gidermeye çalışmaktır.
Tarım, yüksek boyutlara erişen işbölümünü mümkün kılar,
toplumsal hiyerarşinin maddi temellerini kurar ve çevresel yıkıma yol açar. Rahipler, krallar, ağır çalışma koşulları,
cinsel eşitsizlik ve savaş, tarımın doğrudan özgül sonuçlarından sadece
birkaçıdır. Paleolitik insanlar, birkaç bin çeşit bitkiden oluşan son
derece değişken bir beslenme rejimine sahipken, çiftçilikle birlikte bu
kaynaklarda yoğun bir azalma oldu.
Taş Devri insanlığının zekası ve muhteşem pratik bilgisi veri
alınarak, hep şu soru sorulmuştur; "Tarım niçin, diyelim ki, İ.Ö.
1.000.000 yılında değil de, İ.Ö. 8.000 yılı dolaylarında ortaya çıktı?"
Ben, işbölümü ve sembolleşme biçiminde ortaya çıkan ve yavaş yavaş ivme kazanan
yabancılaşmadan söz ederek, bu soruyu cevaplamaya çalıştım, ancak, sonuçların ne
denli olumsuz olduğu dikkate alındığında, bu olgu şaşırtıcı olmaya devam
ediyor. Ancak Binford'un da dikkat çektiği gibi, "Sorulması gereken soru,
tarımın niçin her yerde gelişmediği değil, esas olarak tarımın niçin ortaya
çıktığıdır." Avcı-toplayıcı yaşamın sona erişi, bedende, boyda ve iskelet yapısında
bir gerilemeye neden oldu ve diş çürümesi, beslenme bozuklukları ve bulaşıcı hastalıkların
önemli bir kısmını beraberinde getirdi. Cohen ve Armelagos şu sonuca varıyor:
"Bir bütün olarak ele alındığında tüm bunlar, insan yaşamının niteliğinde
-muhtemelen süresinde de- topyekün bir gerileme anlamına geliyor." (sf.
24)
Tarımın diğer sonuçlarından biri de sayının icadı oldu;
oysa sayı, ekinlerin, hayvanların ve tarımın belirleyici özelliklerinden biri
olan toprağın, mülkiyet konusu olmadığı dönemlerde tamamen gereksizdi. Sayının
gelişimi, doğayı egemen olunacak bir varlık olarak görme tutkusunu daha da
körükledi. Evcilleşme, ilk ticari işlemler ve politik yönetim için yazıyı da
gerektiriyordu. Levi-Strauss, ikna edici bir biçimde, yazılı iletişimin başlıca
işlevinin, sömürünün ve baskının kolaylaştırılması olduğunu, yazı olmaksızın
kentlerin ve imparatorlukların ortaya çıkamayacağını söylemiştir. İşte bu
noktada, sembolleşme mantığı ile sermayenin büyümesi arasındaki bağlantıyı açık
seçik bir şekilde görüyoruz. (sf. 24-25)
O denli uzun süren tarım öncesi insanlık durumunun
kendiliğindenliğinin, hazzının ve keşif duygusunun yerini alan uygarlığın
zaferiyle birlikte, itaat, tekrar ve düzen anahtar haline geldi. Clark, avcı-toplayıcı
yaşamdaki "boş zaman bolluğuna" değinerek şöyle der; "sıkıntı ve
günbegün öğütülme yerine, zevk verici bir yaşam tarzının eşlik ettiği bu boş zaman
bolluğu, toplumsal yaşamın niçin öylesine durgun kaldığını gayet iyi
açıklamaktadır." En kalıcı ve yaygın söylencelerden birine göre, bir zamanlar,
huzurun ve mutluluğun hüküm sürdüğü bir Altın Çağ vardı; sonra bir şey oldu ve
bu saf ve hoş yaşam ortadan kalkarak yerini sıkıntılara ve acılara bıraktı.
İsmi Aden veya her ne olursa olsun, burası, eski avcı-toplayıcı atalarımızın yaşadığı
yerdi ve düş kırıklığına uğramış toprak işçilerinin yitik özgürlüklerine ve
rahatlarına olan özlemini ifade etmektedir. (sf. 25)
Duffy şöyle
devam ediyor; "toprağın, barınmanın ve yiyeceklerin bedava olduğu, liderlerin,
patronların, politikanın, örgütlü suçun, vergilerin ve kanunların olmadığı bir
yaşam tarzı düşleyin. Buna, zengin ve yoksul insanların olmadığı, mutluluğun
maddi varlıkların birikimi anlamına gelmediği, her şeyin paylaşıldığı bir
toplumun üyesi olmanın yararlarını ekleyin." Mbutiler ne herhangi bir
hayvanı evcilleştirmiş ne de ekin ekmişlerdir.
Çiftçi olmayan topluluklar, az çalışma ve maddi bolluk
gibi son derece aklı başında bir kombinasyon gerçekleştirmişlerdir. Bodley,
Güney Afrika'nın zorlu Kalahari Çölü’nde yaşayan San Buşmanlarının (Güney
Afrika'daki yerli kabilelerden biri), hem kişi sayısı hem de çalışma saatleri
bakımından, etraflarındaki çiftçilere oranla çok daha az çalıştığını
keşfetmiştir. Buna rağmen, çeşitli kuraklık dönemlerinde, çiftçiler hayatta
kalabilmek için San topluluğuna başvurmaktadırlar. Tanaka'ya göre Sanlar,
"şaşırtıcı derecede az çalışırlar ve zamanlarının önemli bir kısmını
dinlenerek ve eğlenerek geçirirler." Yerleşik çiftçilerle kıyaslandığında,
görece güvenli ve sakin bir yaşam süren San topluluklarının sahip olduğu bu
canlılık ve özgürlük, başka araştırmacıların yorumlarına da konu olmuştur.
(sf.26)
Festinger ise, Paleolitik insanın "ciddi bir çaba
harcamadan, kayda değer miktarda yiyecek" elde ettiğine değinerek,
sözlerini şöyle sürdürmüştür; "hala avcı ve toplayıcı olarak yaşayan
çağdaş topluluklar, ücra bölgelere sürülmüş olmalarına rağmen, yine de çok iyi
yaşıyorlar." (sf. 26)
Hole ve Flannery'nin de özetlediği gibi: ''Yeryüzünde hiçbir grup, zamanlarının
çoğunu oyunlarla, sohbetle ve dinlenmekle geçiren toplayıcılar kadar boş zamana
sahip olamaz." Binford ise, toplayıcıların, "modern sanayi ve tarım
işçilerinden, hatta, arkeoloji profesörlerinden bile" çok daha fazla boş
zamana sahip olduklarını ekliyor. (sf. 26-27)
Mbutiler, "mevcut anın doyurucu bir şekilde
yaşanmasıyla, geçmişin ve geleceğin, kendi başlarının çaresine bakacağına"
inanırlar. İlkel insanlar anılarla yaşamazlar ve genellikle doğum günleri ve
yaşlarını ölçme gibi konularla ilgilenmezler. Gelecek konusunda ise, henüz var olmayanı kontrol altına almaya pek
hevesli değildirler, tıpkı doğayı egemenlik altına alma niyetinde olmadıkları
gibi. Onların, doğal dünyanın değişkenliğine ve akışına anbean katılışları,
mevsimlerin farkında olmalarına engel değildir, ama bu, mevcut anı onlardan
çalan yabancılaşmış bir zaman bilincine dönüşmez. (sf. 27)
Lauren van der Post, San insanının coşkun kahkahasından
duyduğu şaşkınlığı şöyle ifade etmişti; "uygar
insanlar arasında asla duyamayacağınız ta mideden gelen bir kahkaha."
Post, bu gülüşü, uygarlığın şiddetli saldırılarına göğüs gererek ayakta kalmayı
başaran muhteşem bir canlılığın ve duygu berraklığının göstergesi olarak
yorumlamıştı. Truswell ve Hansen, aynı canlılığı, bir leoparla tutuştuğu
silahsız kavgadan sağ kurtulan bir başka San insanında görmüş olmalı; yara
almasına rağmen, hayvanı çıplak elleriyle öldürmüştü.
Tayland'ın
batısındaki Andaman Adası yerlileri lidersizdirler, sembolik temsil hakkında
bir fikirleri yoktur ve herhangi bir hayvanı evcilleştirmemişlerdir. Ama aynı
şekilde, aralarında saldırganlık, şiddet ve hastalık da yoktur; yaraları
şaşırtıcı bir şekilde çabuk iyileşir, görme güçleri ve işitme duyuları özellikle
keskindir.
Avrupalıların, 19.
yüzyıl
ortalarında bölgelerine girmelerinin ardından, bu özelliklerinin azaldığı
söyleniyor, ama hala da şu çarpıcı fiziksel özelliklerini koruyorlar; sıtmaya
karşı doğal bağışıklık, doğum sonrası çatlakları ve yaşlılıkla gelen
kırışıklığı ortadan kaldırabilen deri esnekliği ve "inanılmaz" bir
diş kuvvetliliği: Cipriani, dişleriyle çivi kıran 10 ile 15 yaş arası çocuklar gördüğünü
söylemiştir. Ayrıca, Andamalıların, hiçbir koruyucu giysi kullanmadan, bal toplama
faaliyetlerine de tanık olmuştur; "buna rağmen, asla arılar tarafından
sokulmuyorlardı ve onları seyrettikçe, uygar dünyanın yitirdiği binlerce yıllık
bir gizemin içine dalmış gibi hissediyordum kendimi." (sf. 28)
DeVries, dejeneratif hastalıkların ve zihinsel özürlülüğün
olmaması, kolay ve acısız doğum da dahil olmak üzere, toplayıcı-avcıların
yüksek sağlık düzeylerini kanıtlayan çeşitli mukayeseler yapmıştır. DeVries
aynı zamanda, toplayıcı- avcıların uygarlıkla ilişkiye girdikleri andan
itibaren, sağlıklarının bozulmaya başladığına işaret etmektedir.
Aynı konuyla bağlantılı olarak, ilkel insanların yalnızca
fiziksel ve duygusal gücü değil, aynı zamanda yüksek duyumsal yeteneklerine
ilişkin azımsanmayacak kanıtlar vardır. Darwin, Güney Amerika'nın en güney
ucunda, dondurucu soğukta neredeyse çıplak bir şekilde ortalıkta gezinen
insanlardan bahsederken, Peasley,"herhangi bir giysi olmaksızın",
iliklere işleyen soğuk çöl gecelerinde yaşamakla ünlenmiş olan Aborijinleri gözlemlemiştir.
Levi-Strauss, [Güney Amerikalı] bir kabilenin, "gün ışığında Venüs
gezegenini görebildiğini" öğrendiğinde hayretler içinde kalmıştı. Sirius
B'yi en önemli yıldız olarak değerlendiren Kuzey Afrikalı Dogonlar da benzer
bir yeteneğe sahiptirler; yalnızca en güçlü teleskoplarla bulunabilecek bir
yıldızın varlığından, hiçbir alet olmaksızın, her nasılsa haberdardırlar. Bu
özellikler bağlamında, Boyden, Jüpiter'in dört uydusunu çıplak gözle görebilen
Buşmanlardan bahsetmiştir. (sf. 29)
Rohrlich-Leavitt şu hususlara dikkat çekmişti;
"Veriler, toplayıcı-avcıların genelde bölgeci olmadıklarını ve çiftyerli olduklarını,
grup içi saldırganlığı ve rekabeti reddettiklerini; yaşam kaynaklarını serbestçe
paylaştıklarını; grup işbirliği bağlamında, eşitlikçiliğe ve özerkliğe önem
verdiklerini; çocuklara hoşgörülü ve sevecen davrandıklarını
göstermektedir." Onlarca çalışma, komünal paylaşım ve eşitlikçiliği,
böylesi grupların neredeyse belirleyici özellikleri olarak vurgulamıştır. Lee,
toplayıcılar arasındaki paylaşımın "evrenselliğine" dikkat çekerken,
Marshall'ın 1961'deki klasik çalışması, "güçlü eşitlikçi" bir
toplayıcı-avcı yönelişi vurgulayan bir “cömertlik ve alçak gönüllülük etiği”nden
söz etmektedir. Tanaka tipik bir örnek verir: “En çok hayran oldukları özellik
cömertliktir, en çok hor gördükleri ve nefret ettikleri özellikler ise cimrilik
ve bencilliktir.”
Lee, "dünyanın çeşitli yerlerinde sade bir şekilde
yaşayan toplayıcılar" arasında, "sınıfsal ayrımlara duyulan mutlak
nefretten" söz etmiştir. Leacock ve Lee, grup içi "her türlü otorite" iddiasının, "!Kung topluluğu
arasında alay ya da öfkeye yol açtığını" vurgulamıştır; aynı
özelliğin, başkalarının yanı sıra, Mbutiler, Hazdalar ve Dağlı Naskapiler için
de geçerli olduğu kaydedilmiştir. (sf. 30)
Mbutilerin toplumsal yapısını inceleyen Turnbull, şöyle
der; "aleni bir boşluk, nerdeyse anarşik olan bir iç sistem yokluğu."
Duffy'ye göre; "Mbutiler doğal bir şekilde başsızdırlar; liderleri ve
yöneticileri yoktur, topluluğu ilgilendiren kararlar konsensusla alınır." Birçok açıdan olduğu gibi, bu noktada da,
çiftçiler ile toplayıcılar arasında büyük nitel farklılıklar vardır. Söz
gelimi, San topluluklarını çevreleyen çiftçi Bantu kabileleri (örneğin
Sagalar), krallık, hiyerarşi ve çalışma temelinde örgütlenmişlerdir; San
topluluklarıysa, eşitlikçilik, özerklik ve paylaşım sergilemektedirler. Bu
çarpıcı ayrımı yaratan, evcilleşme ilkesinden başka bir şey değildir. (sf.
31)
Avcı-toplayıcılar arasındaki şiddet konusunda ise, Lee şu
tespitte bulunmuştur; "!Kunglar
kavgadan nefret eder ve kavga eden herhangi bir insanın aptal olduğunu
düşünürler." Duffy'nin değerlendirmesine göre, "Mbutiler, iki
insan arasındaki her türlü şiddet biçimini büyük bir tiksinti ve nefretle
karşılarlar ve bu şiddeti asla danslarında ve oyunlarında temsil etmezler."
Bodley ise, cinayet ve intiharın, dış etkilere maruz kalmayan toplayıcı-avcılar
arasında "son derece seyrek" olduğu sonucuna varmıştır. Amerikan
yerlilerinin "savaşçı" doğası, Avrupalıların işgalci emellerini meşru
kılmak amacıyla çoğunlukla uydurulmuştur; yağmacı uygarlıkla karşılaştıktan
sonra şiddet uygulamaya başlayan Komançi yerlileri, Avrupalıların istilasından
önce, yüzyıllar boyu şiddet içermeyen bir yaşam sürdürmüşlerdi. (sf. 32)
Johannessen, Güneybatı Amerika yerlilerinin, bitki ekimine
karşı gösterdikleri direnişin, Şamanların nüfuzu sayesinde bastırıldığı tezini
ortaya atıyor. Benzer şekilde, Marquardt, Kuzey Amerika'da üretimin
başlatılmasında ve düzenlenmesinde, ritüel otorite yapılarının önemli bir rol
oynadığını dile getirmiştir. Amerika'daki gruplar üzerinde çalışan bir başka uzman
ise, Şamanların doğanın yabanıllığını denetim altına alma rolü ile kadınların
boyunduruk altına alınışı arasında bir ilişki saptamıştır. (sf. 34)
Toplayıcı-avcı kadınlarla ilgili bir diğer ilgi çekici
olgu da, herhangi bir doğum kontrolü yöntemi olmaksızın, hamileliği önlemekte
sergiledikleri yetenektir. Gebelik konusunda pek çok hipotez öne sürülüp
çürütülmüştür, örneğin gebeliğin şu veya bu şekilde bedenin yağ düzeyine bağlı
olması gibi. En akla yatkın görünen açıklamalardan biri, evcilleşmemiş
insanların, kendi fiziksel koşullarıyla çok daha uyumlu yaşamaları olgusuna
dayanan açıklamadır. Toplayıcı-avcı kadınların duyuları ve gelişim süreçleri
yabancılaşmış veya körelmiş değildir; bedenlerini yabancılaşmış bir nesne gibi
algılamayanlar için doğum kontrolü hiç de mistik bir olgu olmasa gerek. (sf.
36)
Zaire Pigmeleri, her kızın ilk adet dönemini, büyük bir
şenlik ve festivalle kutlarlar. Genç kadın büyük bir sevinç ve gurur duyar ve
tüm topluluk bundan duyduğu mutluluğu ifade eder. Oysa çiftçi köylüler
arasında, adet gören bir kadın, tabularla karantina altına alınması gereken
kirli ve tehlikeli bir varlık olarak değerlendirilir. San erkeği ve kadını
arasındaki dingin, eşitlikçi ilişki, esnek roller ve karşılıklı saygı Drapper'ı
etkilemişti; Drapper'a göre, Sanlar toplayıcı-avcı olarak kaldıkları sürece
aynı şekilde devam edecek olan bu ilişki, toplayıcı-avcı olmaktan çıktıkları
andan itibaren ortadan kalkacaktı (sf. 36)
Draper, "!Kung çocuk oyunlarında hemen hemen hiç
rekabet olmadığını" görebilirken, Shostack, "!Kung kız ve erkek
çocuklarının çoğu oyunları birlikte oynadıklarını" gözlemlemiştir. (sf.
37)
Coontz ve Henderson, cinsiyetler arasındaki en eşitlikçi ilişkilerin
en sade toplayıcı toplumlarda bulunduğu önermesini destekleyen kanıtların
gittikçe arttığına işaret etmektedir. Kadınlar, toplayıcı-avcı toplumdan farklı
olarak, geleneksel tarımda son derece başat bir rol oynamalarına rağmen, karşılığında
bir statü elde etmezler. Bitkiler ve hayvanlar gibi, kadınlar da, tarımın
başlamasıyla birlikte evcilleştirilmeye tabi kılınmaktadır. Temellerini yeni
düzenle sağlamlaştıran kültür, içgüdünün, özgürlüğün ve cinselliğin koşulsuz boyun eğdirilişini
gerektirir. Her türlü düzensizlik ortadan kaldırılmalı,
doğanın gücü ve kendiliğindenlik sıkı bir şekilde
denetim altına alınmalıdır. Kadınların yaratıcılığı ve cinsel kişilikler olarak temel
varlığı, yerini, tüm köylü dinlerinde ifade
edilen, erkeklerin ve besinin bereketli kaynağı Büyük
Ana rolüne bırakmaya zorlanmaktadır. (sf. 38)
Wilson'ın da yalın bir şekilde belirttiği gibi, "İntikam, kan davası, kargaşa, kavga
ve savaş, evcilleşmiş halklar arasında ortaya çıkmış ve onlara özgü olgularmış
gibi görünmektedir." (sf. 38)
Örneğin !Kung sınırlan, belirsiz ve savunmasızdır; Pandaramların
yaşadıkları bölgeler sabit değildir ve isteyen istediği yere gidebilir;
Hazdalar, serbestçe bölgeden bölgeye geçerler; Mbutiler için, sınırların ve
arazilerine izinsiz girişlerin hemen hemen hiçbir önemi yoktur; ve son olarak
Avustralya Aborijinleri, bölgesel ve sosyal ayrımları reddederler.
Dışlayıcılığın yerini, bir cömertlik ve konukseverlik etiği alır (sf. 40)
Pietro, Kolomb'un ikinci seferinde karşılaştığı Kuzey
Amerika yerlileri hakkında şöyle yazıyordu: "Tüm kötülüklerin kaynağı olan
'benimki ve seninki’nin onlar arasında yeri yoktur." Post'a göre,
Buşmanlar "herhangi bir iyelik anlayışına" sahip değillerdir ve Lee,
Buşmanların, doğal çevrenin kaynakları ile toplumsal refah arasında keskin bir
ayrım yapmadıklarını görmüştür. Bir kez daha görüldüğü gibi, doğa ile kültür
arasında bir ayrım vardır ve uygarlaşmayanlar birincisini, yani doğayı
seçmişlerdir. (sf. 40)
Bir zamanlar,
insanlar her şeyi paylaşıyorlardı; tarımla birlikte, mülkiyet en yüce değer
oluyor ve insan, tüm dünyaya sahip olmaya kalkışan bir türe dönüşüyor. Akıllara
durgunluk veren bir deformasyon. (sf. 40)
Sahlins belagatli bir şekilde şöyle demişti:
"Dünyanın en ilkel insanları sadece birkaç şeye sahiptir, ama yoksul
değildir. Yoksulluk ne malın mülkün az oluşu, ne de sadece amaçlarla araçlar arasındaki
bir ilişkidir; yoksulluk her şeyden önce
insanlar arasındaki bir ilişki biçimidir. Toplumsal bir statüdür. Ve bu
haliyle de, uygarlığın bir icadıdır."
Sembolik kültürün ve işbölümünün ortaya çıkışıyla
birlikte, anlayışlılığın, bütünlüğün ve büyüleyiciliğin hüküm sürdüğü bir
yaşamdan koparak, bizi ilerleme öğretisinin tam göbeğindeki hiçliğe getiren son
derece yanlış bir yöne saptık. Kendisi boş olan ve her şeyin içini boşaltan
evcilleşme mantığı, her şeyi kontrol etme arzusuyla birlikte, geri kalan her
şeyi harabeye çeviren uygarlığın yıkıntılarını artık gözümüzün içine
sokmaktadır. Doğanın tali olduğu varsayımı, kısa bir süre sonra tüm yeryüzünü yaşanamaz
hale getirecek olan kültürel sistemlerin tahakkümünü mümkün kılmaktadır. (sf.
42)
Günümüzün en saplantılı kavramlarından biri nasıl ki zaman
denen maddi gerçeklik ise, kendinden menkul zaman anlayışı da sosyal yaşamın ilk
yalanı olmuştur. Başka türlü söylemek gerekirse, insan doğadan kopmadan önce
zaman diye bir şey yoktu. Bu can alıcı şeyleşme -zamanın başlangıcı- İlk
Günah'ı; yani yabancılaşmanın ve tarihin başlangıcını teşkil eder.
Spengler bir kültürü başka bir kültürden ayıran
özelliklerin zamana atfedilen sezgisel anlamlar olduğunu gözlemlerken, Canetti, zamanı düzenlemenin
tüm yönetimlerin başlıca özelliği olduğunu belirtmiştir. Öte yandan,
topluluktan yola çıkıp uygarlığa varan akışın kendisi de zamana
dayandırılmaktadır. Zaman teknolojinin temel dili ve tahakkümün ruhudur. (sf.
43)
"İlkel insanlar mevcut an içinde yaşarlar, tıpkı
bizlerin de eğlenirken mevcut anda yaşaması gibi." (sf. 46)
Durkheim tam da böyle bir anlayıştan yola çıkarak zamanı
"dinsel düşüncenin bir ürünü" olarak değerlendirmiştir. Eliade artık
iyice su yüzüne çıkan bu ayrışmayı görmüş ve onu sosyal yaşamla ilişkilendirmiştir;
"en mantıksız efsaneler ve ritüeller, Tanrı ve Tanrıçaların hemen hemen
tüm çeşitleri, Atalar, maskeler, gizli topluluklar, tapınaklar, papazlıklar ve
benzerleri; tüm bunlar, toplayıcılık ve oyuntarzı avcılık aşamasının ötesine
geçen kültürlerde ortaya çıkmaktadır. (sf. 48)
Elman Service, avcı-toplayıcı dönemde gruplar halinde
yaşayan toplulukların "şaşırtıcı ölçüde" eşitlikçi olduklarını fark etmiştir; bu
eşitlikçiliğe damgasını vuran şey yalnızca otoriter şeflerin yokluğu değil, ama
aynı zamanda, uzmanların, her türlü aracı unsurun, işbölümünün ve sınıfların
bulunmayışıdır. (sf. 48-49)
Eski Ahit'te geçen "Verimli ve üretici olun"
emri Cioran tarafından bir "suç" olarak değerlendirilmiştir.
Muhtemelen Cioran bu emirde ilk uzamsallaşmayı -bizzat insanların kendi
kendilerini uzamsallaştırmalarını görmüş olsa gerek; zira ilerlemeci bir müdahaleyle
yıkılan avcı-toplayıcı yaşamdan sonra ortaya çıkan işbölümü ve onu takip eden
diğer ayrışmaların, insan nüfusundaki hızlı artıştan kaynaklandığı söylenebilir.
Bu yıkımı burjuva tarzda dile getiren klişeleşmiş söyleme göre, tahakküm (yani
yöneticiler, şehirler, devletler vb.) "nüfus baskısının" doğal bir
sonucudur. (sf. 49)
Kendisine sunulan artı ürün sayesinde, rahip zamanı ölçmeye,
gökyüzü hareketlerini tanımlamaya ve gelecekteki olayları öngörmeye başladı.
Güçlü bir elitin denetimi altında olan zaman, doğrudan, devasa sayılardaki
erkek ve kadının yaşamlarının kontrol altına alınmasında kullanıldı.
Lawrence Wright'a göre, ilk takvim ustaları ve onların bilgili
yardımcıları "bağımsız bir rahip sınıfı haline geldi." Bunun en
çarpıcı örneklerinden biri, yoğun bir şekilde zaman saplantıları olan Mayalar'dı.
G.J. Whitrow şöyle der; "tüm antik halklar arasında, en ayrıntılı ve en
doğru astronomik takvimi geliştirenler ve böylece kitleler üzerinde muazzam bir
denetim kuranlar Maya rahipleri olmuşlardır.
Biçimsel zaman anlayışının tarımın gelişimiyle birlikte ortaya
çıktığını söyleyen Henry Elmer Barnes haklı görünüyor. Eski Ahit'te, çalışmanın
ve tahakkümün habercisi olan Cennetten Kovulma sahnesinde geçen ünlü tarım
bedduasını hatırlamamak mümkün değil (Eski Ahit 3: 17-18). (sf. 50)
"'Tarımın keşfedilmesi," diye iddia eder Eliade,
"modern aklın hiçbir şekilde algılayamayacağı muazzam alt üst oluşlara ve ruhsal
çöküntülere yol açmıştır." Bu zehir zemberek ortaklık koca bir dünyayı yıktı; tabii
ki inanılmaz bir mücadeleyi yenilgiye uğrattıktan sonra. (sf. 51)
Kilise, zamanın ölçülmesine katılan ve zamana göre
düzenlenmiş bir yaşam tarzını dayatan ilk güç olmuş ve bu projesini katı bir
şekilde uygulamaya devam etmiştir. Bu yüzden, vurmalı ve yelkovanlı saatin Papa
11. Sylvester tarafından 1000
yılında icat edilmesi hiç de şaşırtıcı değildir. Özellikle Benediktin tarikatı,
Coulton, Sombart, Mumford ve diğer tarihçiler tarafından, modern kapitalizmin ilk
kurucusu olarak değerlendirilmiştir. İktidarlarının zirvesinde oldukları
Ortaçağ'da yaklaşık olarak kırk bin manastırı yöneten Benediktin papazları,
insanları "saatinde" çalışmaya zorlamakla, insan yaşamının bir
makinanın doğal olmayan ritimlerinin boyunduruğu altına girmesine yardım etmişlerdir.
Bu ise, saatin yalnızca zamanı gösteren basit bir araç olmadığım, ama aynı zamanda
insan eylemini eşzamanlı hale getiren bir araç olduğunu göstermektedir. (sf.
52)
Tüm kaçış yollarını tutan teknoloji tarafından, söz konusu
yüz yılın başlarında üretilen ilk mekanik saat, nitel bakımdan yepyeni bir
tutsaklık çağını temsil
ediyor ve böylece
zamansal öğeler doğadan tamamen kopuyordu. (sf. 52-53)
"Nereden
geldin sen?" Suso'ya görünen "Hiçbir yerden geliyorum" diye
cevap verir. "Söyle bana, nesin sen?" "Ben yokum." "Ne
istiyorsun?" "Ben istemem." "Bu bir mucize! Söyle bana, adın
ne?" "Bana İsimsiz Vahşilik derler." "Senin anlayışın
nereye varır?" "Dizginsiz bir özgürlüğe." "Söyle bana,
dizginsiz özgürlük dediğin nedir?" "Bir insanın geriye ve ileriye
bakmaksızın ve kendisi ile Tanrı arasında herhangi bir ayrım yapmaksızın geçici
heveslerine göre yaşamasıdır…”
"Her şeyi olduğu gibi tutma," sınıfları ve
hiyerarşileri ortadan kaldırma arzusu, tıpkı Suso'nun açıkça zaman karşıtı olan
sözcesinde olduğu gibi, 14.
yüzyıl toplumsal
ayaklanmasının en uç arzularını yansıtmakta ve bu toplumsal ayaklanmadaki zaman
karşıtı öğeleri ortaya koymaktadır. (sf. 53-54)
Üstelik zamanın tiranlığına karşı sergilenen duyarlılık bu
kısacık ayaklanma anlarıyla da sınırlı değil. Poulet'ye göre hiç kimse, zamanın
başkalaşarak aşağılayıcı bir olguya dönüşmesini, eserlerinde, "çalışmanın
getireceği kurtuluşu reddeden" ve "Cenneti hemen şimdi, bu dünyada
isteyen" doyumsuzları işleyen Baudelaire kadar derinden hissetmemiştir; bu
doyumsuzları, "Zaman tarafından şehit edilen Köleler" olarak
adlandıran Baudelaire'in bu görüşü, zaman içinde var olmanın bir skandal olduğunu
savunan Rimbaud tarafından da tekrarlanmıştır. Bu iki şair, 19. yüzyılın ortasında ve sonunda
şahlanan sermayenin uzun ve karanlık gecesinde bir hayli acı çekmiştir; öte
yandan onların eriştiği zaman bilincinin, 1848 Devrimi'ne
ve 1871 Komünü'ne aktif bir şekilde katılmaları
sayesinde netleştiği söylenebilir. (sf. 58)
Yolun kenarında
istediğiniz kadar oyalanabilirsiniz. Sanki saatlerimizi çöplüğe atıp artık
zamanı ve mevsimleri hatırlamayacağımız yeni bir bin yıl gelmiş gibi.
Diyecektim ki, saatlerden ömür boyu vazgeçmek, sonsuza dek yaşamak anlamına
gelir. Sadece açlıkla ölçülen ve uykunun
çökmesiyle sona eren bir yaz gününün nasıl sonsuz bir şekilde uzun olduğunu
denemeden anlayamazsınız.
(sf. 58)
“Kitlesel üretim
özellikle kitlelerin üretilmesinden destek almaktadır.” Ancak bunun da ötesine
geçerek, üretimin bizzat kitlelerin veya kitle insanının üretilmesi olduğunu
söyleyebiliriz. Birbiri yerine geçen standart parçalardan
oluşan ve değeri ücretli emek ile belirlenen kitlesel üretimin bizzat kendisi,
Benjamin'in zihnini kurcalayan faşist gösterilerden çok daha önce, günlük
yaşamdaki faşizmi yaratmıştır. (sf. 59)
1950'li yılların ortalarında bilim adamı N.J. Berrill,
oldukça tarafsız bir kitapla, tartışmanın seyrini değiştirerek, topluma hakim
olan "hiçbir çıkışı olmayan hiçbir yerden hiçbir yere gitme" arzusunu
yorumluyor ve şöyle bir gözlemde bulunuyordu; ''Ve buna rağmen bir dakika sonsuzluğu kucaklayabiliyorken, bir ay
tamamen anlamsız olabiliyor." Berrill daha da ileri giderek ürkütücü
bir çığlık atıyordu; "Uzun süre boyunca, tıpkı bir kaçış yolu bulmaya çalışan
bir mahkum gibi, zaman tarafından kapana kıstırıldığımı hissetmişimdir." Bilim
gibi beklenmedik bir alandan böylesine rahatça dile getirilen düşünceleri
duymak şaşırtıcı olsa gerek, ancak Berrill'den kırk yıl önce başka bir bilim
insanı, tam da Birinci Dünya Savaşı'nın onlarca yıllık başkaldırıları ezdiği
bir dönemde benzer bir açıklamada bulunmuştu. Şöyle diyordu Wittgenstein;
"Zaman içinde değil, sadece mevcut
an içinde yaşayan insan mutludur.” (sf. 61)
Eğitimin işlevini mükemmel bir şekilde özetleyen Raoul
Vaneigem, zaman bilincini yaratan öğeyi yakalamıştı: "Çocuğun günleri
büyüklerin zamanından yakasını sıyırır; çocukların zamanı, düşsellikle,
tutkuyla ve gerçeklik tarafından tutsak edilen düşlerle doludur. Dışarda ise,
kolları saatli eğitimciler çocukları izlemekte ve onların gelip saatlerin
devrine ayak uyduracakları anı beklemektedirler." (sf. 61)
Nietzsche'den yapacağım kısa bir alıntıyla dilin özü olan
anlayıştan başlamak istiyorum; "kelimeler şeyleri eksilterek
duygusuzlaştırır; kelimeler kişiliksizleştirir; kelimeler, olağandışı olanı
olağanlaştırır." (sf.66)
İdeolojinin paradigması olarak değerlendirilen dil, aynı
zamanda algının başlıca düzenleyicisi olarak da kabul edilmelidir. Ünlü
dilbilimci Sapir tarafından da belirtildiği gibi, "sosyal
gerçekliğin" kavranması bakımından insanlar tamamen dilin insafına terk
edilmişlerdir. Bir başka ünlü antropolog ve dilbilimci olan Whorf bu yaklaşımı
daha da ileriye götürerek, düşünme biçimleri ve tüm diğer zihinsel etkinlikleri de dahil olmak üzere, dilin
bir insanın tüm yaşam tarzını belirlediğini savunmuştur. Dil kullanmak demek,
kişinin kendisini, o dilin doğasına zaten içkin
olan algı biçimleriyle sınırlandırması demektir. Dilin biricik ifade biçimi
olduğu ve buna rağmen her şeyi kendi içinde kalıba döktüğü olgusu, bizi doğrudan ideolojinin özüne götürmektedir.
Bizden bağımsız bir yapı olan dil, yalnızca ideolojik
olarak ortaya çıkan bir gerçekliktir. İşte dil dünyayı bu şekilde belirleyip
değersizleştirmektedir. George Steiner şu sonuca varmıştır: "İnsan
konuşması, açığa çıkardığından çok daha fazla şeyi gizler; tanımladığından çok daha
fazla şeyi muğlaklaştırır; ilişkilendirdiğinden çok daha fazla şeyi birbirinden
koparır.”
Daha somut konuşmak gerekirse , bir dili öğrenmenin özü, konuşmayı
biçimlendirip denetleyecek bir sistemin, bir modelin öğrenilmesidir. Bu düzeyde
karşımıza çıkan ideolojiyi görmek hiç de zor değil; zira her birinin
vazgeçilmez fonolojik, sözdizimsel ve anlambilimsel kurallarının keyfiliğinden
dolayı, insanlar tarafından kullanılan her dilin öğrenilmesi gerekmektedir. Yani, doğal olmayan bir dünyanın
üretilmesi, doğal olmayan olguların dayatılmasını gerektirir. (sf. 69)
Dilin yapısı bakımından konuya yaklaşıldığında,
"konuşma özgürlüğü" diye bir şeyin söz konusu olamayacağı gayet açıktır;
zira gramer, içimizdeki görünmeyen hapishanenin görünmeyen "düşünce
denetleyicisidir". Dile geçişle birlikte, daha baştan kendimizi özgürlüğün
olmadığı bir dünyaya mahkum etmiş oluyoruz. (sf. 70)
Uygarlık bir unutuş olarak değil, çoğu zaman bir
hatırlayış olarak değerlendirilir; bu yaklaşıma göre dil, bilgi birikiminin ileriki
kuşaklara aktarılmasını ve başkalarının deneyimlerinden, sanki o deneyimler
bizim kendi deneyimlerimizmiş gibi yararlanılmasını sağlamaktadır. Herhalde uygarlığın
unuttuğu şey tam da bu olsa gerek; yani, başkalarının
deneyimlerinin bizim kendi deneyimlerimiz olmadığı
ve bu yüzden
uygarlaştırma sürecinin temsili olarak yaşanan yapay
bir süreç olduğu gerçeği.
(sf. 70-71)
Öte yandan, avlanma eyleminin dili gerekli hale getirdiğini
savunan hipotezi çürütmek de hiç zor değil; hayvanlar herhangi bir dil
kullanmaksızın birlikte avlanırlar ve insanların avlanabilmeleri için de genellikle
sessiz olmaları gerekiyor. Bana kalırsa, çağdaş dilbilimci E.H. Sturtevant'ın
yaklaşımı çok daha akla yatkındır; Sturtevant'a göre, her türlü niyet ve duygu,
mimik, bakış veya ses tarafından gayriiradi olarak ifade edildiği için, dil
gibi iradi bir iletişim, yalan söyleme veya aldatma amacıyla yaratılmış
olmalıdır. Çemberi daha da daraltan felsefeci Caws şu hususta ısrar eder;
"gerçek… linguistik sahnede görece
sonradan ortaya çıkmıştır ve dilin gerçeği ifade etmek amacıyla icat edildiğini
düşünmek kesinlikle yanlıştır." (sf. 73)
On dokuzuncu yüzyıl dilbilimcisi Müller tam da bu anlamda
mitolojiyi "dilin bir hastalığı" olarak tanımlamıştır; şeyleri
doğrudan tanımlama imkanına sahip olmayan dil düşünceyi deforme etmektedir.
"Mitoloji kaçınılmazdır, doğal bir olgudur ve dilin içkin
gerekliliklerinden biridir… [Mitoloji] dilin düşünce üzerindeki karanlık
gölgesidir ve dil tamamen düşünce ile eşitlenmediği sürece, ki bu imkansızdır,
bu gölge asla kaybolmayacaktır." (sf. 77)
"Aşıkların kelimelere ihtiyacı yoktur" deyiminde
oldukça derin bir gerçek yatmaktadır. Mesele tam da böyle bir dünyaya sahip olmaktır;
aşıkların dünyasına, isimlerin bile unutulabileceği bir dünyaya, cahilliğin
karşıtının büyülenmişlik olduğunu bilen bir dünyaya sahip olmak. Bu yüzden,
anlamlı olabilecek tek politika, dili ve zamanı ortadan kaldıran ve böylece
şehvet derecesinde vizyon sahibi olan politikadır. (sf. 82)
Yaşamakta olduğumuz krizin boğucu ve ahlâksızlaştırıcı niteliği,
her şeyden önce de, günden güne artan anlamsızlık duygusu ve içerik yoksunluğu,
en alalade "verileri" bile giderek daha fazla sorgulamamızı
gerektiriyor. Zaman ve dil şüphe uyandırmaya başlamıştır; ne
yazık ki sayı da artık "masum" görünmüyor. Teknolojik uygarlık
içindeki yabancılaşma, kendini, artık sayının özünü gizleyemeyecek ölçüde acıyla göstermekte ve matematik,
teknolojinin şeması olarak karşımıza çıkmaktadır. (sf. 83)
Çalışmanın
gerekliliği (Marx) ve baskının gerekliliği (Freud) aynı şeyi ifade eder;
uygarlığı. Bu yanlış yönelimler insanlığı doğadan koparmış ve "kitlesel
nevroz kronolojisinin muntazam bir şekilde uzaması" olarak
değerlendirilebilecek tarihi doğurmuştur. (sf. 91)
İ.Ö. beşinci yüzyıl tarihçisi Herodot, matematiğin
kökenini, vergilendirme maksadıyla toprağın ölçülmesini gerekli gören Mısır
Kralı Sesostris'e (İ.Ö. 1300)
dayandırmıştır. Sesostris'in
Mısır'ından muhtemelen 2000
yıl önce ortaya
çıkmasına rağmen, sistemli matematik -özellikle de, kelime anlamı "toprağın
ölçülmesi" olan geometri- gerçekten de siyasal ekonominin ihtiyaçlarından
doğmuştur. Neolitik uygarlıkla birlikte oluşmaya başlayan yiyecek fazlalığı,
uzmanlaşmış bir rahipler ve yöneticiler sınıfının ortaya çıkmasına yol açmış ve
bu sınıf İ.Ö. 3200
dolaylarında
alfabeyi, matematiği, yazıyı ve takvimi geliştirmişti. Sümerlerdeki ilk
matematiksel hesaplar, İ.Ö. 3500
ile 3000 arasında ortaya çıkmış ve
envanterler, satış senetleri, anlaşmalar, birim fiyatları, satın alınan
birimler ve faiz ödemeleri türünden işlemleri kapsamıştır. (sf. 92)
…on yedinci yüzyıl ortalarındaki İngiltere'yi tanımlayan
Hill şöyle der; “… çarpıcı bir uzmanlaşma
oluşmaya başlamıştı. Son büyük bilgeler teker teker yok oluyordu…
" (sf. 100)
Öte yandan, doğayı bir makina olarak gören bu yeni
anlayış, 1800'lü yılların başlangıcında, Romantik şair ve sanatçıların direnişiyle
karşılaşmıştır. Örneğin Blake, Goethe ve John Constable, Sanayi Devrimiyle
birlikte organik yaşamı ihlal etme kudretini açık bir şekilde ortaya koyan
bilimi, dünyayı bir saat düzeneğine dönüştürmekle suçlamışlardır. (sf. 102)
Daha da önemlisi, yirminci yüzyılın bu ilk otuz yılı
boyunca, matematiğin yukarıda sözü edilen tüm temel yapılarına tamamen
problemsiz bir dayanak kazandırmak üzere, Russel, Whitehead, Hilbert ve benzeri
kişilerin harcadığı yoğun çaba, küçümsenmeyecek bir iyimserlikle devam etti. Ne
var ki, 1931 yılında Kurt Gödel'in,
herhangi bir sembolik sistemin ya tutarlı ya da tam olacağını, ama ikisi birden
olamayacağını savunan "Tam Olmama Teoremi"
ile birlikte bu parlak umutlar suya düştü. Gödel'in sunduğu bu sarsıcı
matematiksel kanıt, asli sayısal sistemlerin sınırlılığını göstermekle kalmaz, ama
aynı zamanda, doğanın her türlü kapalı ve tutarlı dil tarafından çevrelenmesi
olasılığını da bertaraf eder. Eğer bir düşünce sistemi, kendi içinde ne
kanıtlanabilen ne de çürütülebilen bir takım teoremleri ya da iddiaları
içeriyorsa, kullanılmakta olan dildeki tutarlılığı kanıtlamak imkansızdır. Gödel
ile onun Tarski ve Church gibi yakın ardılları tarafından da ikna edici bir
şekilde ortaya konulduğu gibi, "dünya hakkındaki her türlü bilgi sistemi,
temelden yarımdır, sonsuz bir şekilde yenilenmeye tabidir ve öyle de
kalmalıdır.”
Morris Kline, Mathematics: The Loss of Certainty (Matematik: Kesinliğin
Yitirilişi) adlı eserinde, bir zamanlar güya ihlal edilemez olan
"ihtişamlı matematiğin" başına gelen felaketlerin Gödel'le başladığını
savunur. Nasıl ki kapitalizm bir türlü kendisine sağlam bir dayanak
kazandıramıyorsa, tıpkı dil gibi, dünyayı ve kendisini tanımlamak üzere
kullanılan matematik de bu görevini icra etmekte başarısız kalır. Daha da
önemlisi, Gödel Teoremi'yle birlikte matematiğin, "geleneksel olarak
sanıldığından çok daha soyut ve biçimsel olduğu anlaşılmakla" kalmıyor, ama
aynı zamanda, "insan aklının dayandığı kaynakların tam olarak
biçimselleştirilmediği ve hiçbir zaman da biçimselleştirilemeyeceği" de
açık bir şekilde ortaya çıkıyordu. (sf. 105)
Eşzamanlı ve
kendiliğinden bir açıklığa dayanan avcı-toplayıcı yaşam, zaman karşıtı bir
yaşamdı; zaman bilincini yaratan şey, ardışık görevlerin daraltıcılığını ve
dikte ettirilen bir rutini esas alan tarımsal yaşamdır. (sf. 110)
Anadolu'daki Çatal Höyük'te bulunan Neolitik köyde, her üç odadan biri, ritüel amaçlar için
kullanılmıştır. Kurban öğesinin eşlik ettiği sistematik bir baskı biçimi olan
saban ve tohum, Burkert'e göre, birer ritüel kurban olarak değerlendirilebilir.
Evcilleştirilmiş hayvanların (hatta insanların) ritüel amaçlarla kesilmesi anlamına
gelen kurban olgusu, tarım toplumlarıyla birlikte yaygınlaşmaktadır; üstelik
kurbana yalnızca tarım toplumlarında rastlanmaktadır. (sf. 115)
Erkekler tarafından kadınlara dayatılan şiddet de tarımla birlikte ortaya çıkmış ve
kadınları birer ağır yük hayvanına ve
çocuk bakıcısına dönüştürmüştür. Eleanor Leacock, tarım öncesi toplayıcı yaşamdaki
eşitçiliğin, "erkeklere olduğu kadar
kadınlara da eksiksiz bir şekilde uygulandığını" savunmuştur; bunu sağlayan şey, görevlerin
özerk olması ve kararların, bu kararları
hayata geçirecek kişiler tarafından verilmesi
olgusudur. Üretimin olmadığı ve çocuk emeğini gerektiren zararlı otların yolunması
türünden tatsız işlerin bulunmadığı bir
dönemde, kadınlar ağır gündelik işler altında iki
büklüm olmadıkları gibi, sürekli olarak çocuk doğuran bir varlık olarak da
değerlendirilmemişlerdir.
Tarımın doğurduğu sürekli çalışma illetiyle birlikte,
Cennetten kovulma söylencesinde Tanrı kadına şöyle demiştir; "Senin acını
ve gebeliğini fazlasıyla arttıracağım; acı içinde çocuk doğuracaksın; bu arzu
senin kocana ait olacak ve o seni yönetecektir." Benzer şekilde, bilinen
ilk yasalar, örneğin Sümer kralı Ur-Namu'nun yasaları, arzularını evlilik
dışında tatmin edecek tüm kadınların öldürülmesini emretmiştir. Whyte,
kadınların "erkeklere ilk yenilgisinin, insanların avcılığa ve
toplayıcılığa dayanan basit bir yaşamdan vazgeçmesiyle gerçekleştiğinden"
söz ederken, Simone de Beauvoir, saban ile erkeklik uzvu arasında kurulan
denklemde, kadınlar üzerindeki erkek otoritesinin sembolünü saptamıştır. (sf.
117)
Tarımın ortaya çıkışı
konusunda, hiçbiri inandırıcı olmayan pek çok teori öne sürülmüştür. Childe ve
benzeri tarihçilere göre, nüfus artışı, insan topluluklarının diğer türlerle daha
yakın bir ilişkiye girmelerini gerektirmiş ve böylece, ek insan nüfusunun
beslenmesi ihtiyacından ötürü, evcilleştirmeyi ve üretimi yaratmıştır. Ne var
ki, nüfus artışının tarımı öncelemediği, tersine tarımın nüfus artışına yol açtığı
olgusu son derece inandırıcı verilerle kanıtlanmıştır. Örneğin Flannery şu
sonuca varır; "Dünyanın hiçbir yerinde, tarımın ortaya çıkışına nüfus baskısının
yol açtığını gösteren herhangi
bir kanıt göremiyorum." (sf. 119-120)
Florida'daki Kızılderili
babaların ölmeden önce kendi ailelerindeki beşinci kuşağı gördüklerini anlatan
on altıncı yüzyıldaki İspanyol canlı tanıklara rağmen, uzun süre, ilkel halkların
30'lu ve 40'lı yaşlarda öldüklerine inanılmıştır. (sf. 123)
Jared Diamond şöyle
yazmıştır: "Tüberküloz ve ishal hastalıkları çiftçiliğin ortaya çıkışıyla,
kızamık ve hıyarcıklı veba ise büyük şehirlerin oluşumuyla birlikte başlamıştır."
Muhtemelen insanlığın en büyük katili olan sıtma ve neredeyse tüm diğer bulaşıcı
hastalıklar tarımdan bize kalan mirastır. Beslenme bozuklukları ve dejeneratif
hastalıklar genel olarak evcilleşme ve kültürün saltanatıyla birlikte ortaya çıkmaktadır.
Kanser, kalp damarlarının tıkanması, kansızlık, diş hastalıkları ve ruhsal
bozukluklar, tarımın musibetlerinden yalnızca birkaçıdır; ayrıca eskiden kadınlar
doğum esnasında fazlaca zorlanmadıkları gibi, ya hiç acı duymamışlar ya da çok
az duymuşlardır. (sf. 124)
Uygarlık tarihi,
doğanın giderek daha fazla insan deneyimlerinden koparıldığını göstermektedir
ve bunun bir yansıması da yiyecek seçeneklerindeki azalmadır. Rooney'e göre, tarih
öncesi insanlar 1500'ü aşkın yabani bitki türü ile beslenirken, Wenke bize şunu
hatırlatır; "Tüm uygarlıklar, yalnızca altı bitki türünden biri veya birkaçıyla
beslenmiştir; bunlar buğday, arpa, darı, pirinç, mısır ve patatestir."
Pyke şu çarpıcı
gerçeğe işaret eder; "yenilebilen farklı yiyeceklerin sayısı" yüzyıllar
boyunca "hızlı bir şekilde azalmıştır." Dünya nüfusunun geçimi artık
yalnızca 20 bitki türüne bağımlı hale gelmiştir ve doğal bitki nesillerinin
yerine suni melezleri geçirilirken, bu bitkilerin genetik oluşumundaki çeşitlilik
giderek azalmıştır. (sf. 124-125)
Ancak, azalmaya
başlayan büyük monokültürel karları yükseltmek üzere giderek daha fazla çaba
harcanırken, toprakta, yeraltı sularında ve yiyeceklerde ortaya çıkan zehirli kirlenme
kimsenin umurunda değil. ABD Tarım Bakanlığı, ülkenin ekilebilir arazilerinde yılda
iki milyar tonluk toprak erozyonu yaşandığını bildirmektedir. Ulusal Bilimler
Akademisi, yüzey toprağının üçte biri aşkın kısmının daha şimdiden yok olduğunu
tahmin etmektedir. Tek tip tarım ve sentetik gübrelerin yarattığı ekolojik
dengesizlik, zararlı böceklerde ve ekin hastalıklarında muazzam bir artışa yol
açmıştır; İkinci Dünya Savaşı'ndan bu yana, böceklerden dolayı yaşanan mahsul
kaybı iki katına çıkmıştır. Elbette teknoloji, daha sentetik gübrelemeler,
"yabani ot" ve "haşere" öldürücü ilaçlarla bu kaybı
gidermeye çalışmakta ve böylece doğaya karşı işlenen suçu daha da korkunç hale
getirmektedir. (sf. 127)
Stresten kaynaklanan kavgalarda ölüm oranını azaltmak üzere
gagaları kesilen yüksek teknoloji ürünü tavuklar çoğu zaman dörtlü hatta beşli
gruplar halinde " 12'ye 18'lik" bir kafeste yaşamakta ve yumurtlama dönemlerinin
düzene girmesi için, on güne varan sürelerle yiyecekten ve sudan yoksun bırakılmaktadırlar.
Domuzlar, herhangi bir yalıtım maddesinin bulunmadığı çıplak beton zeminler üzerinde
yaşamaktadır; fiziksel koşullardan ve stresten dolayı, ayak çürümesi, kuyruk ısırması
ve birbirini yeme yaygın hastalıklardır. Dişi domuzlar, yavrularını metal bir ızgaranın
ardından emzirmekte, anne ve diğer yavrular arasındaki doğal temas
engellenmektedir. Danalar çoğu zaman karanlık içinde tutulmaktadır ve etraflarında
dönmelerine, hatta normal bedensel duruşlarına bile imkan vermeyen daracık ahır
tezgahlarına zincirlenmişlerdir. Bunca işkence sonucu hastalığa karşı dayanıksız
olma ihtimallerinin yüksek olmasından ötürü, bu hayvanlar sürekli olarak tıbbi
bir perhize tabi tutulmaktadır; zira otomatikleşmiş hayvan üretimi, hormonlara
ve antibiyotiklere dayanmaktadır. Ortaya ne tür bir yiyeceğin çıkacağı olgusu
bir yana, böylesine sistematize edilmiş bir acımasızlık, her türlü tutsaklığın
ve köleliğin her biçiminin kaynağının ya da modelinin tarım olduğunu akla
getirmektedir. (sf. 129)
Fizyolog Jared
Diamond tarımın başlangıcını, "etkisinden hiçbir zaman kurtulamadığımız
bir felaket" olarak tanımlamıştır. Gerçekten de tarım her bakımdan bir
"felaket" olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir; bugün canımıza
kasteden yabancılaşmanın tüm maddi ve manevi kültürünü yaratan şey, bu
felaketin kendisidir. İşte bu yüzden, tarım tasfiye edilmediği sürece özgürleşmek
mümkün değildir. (sf. 130)
Sanat, tıpkı dil
gibi, sembolik bir mübadele sistemidir ve bu sistemin işleyişi yeni bir mübadeleyi
doğurmaktadır. Ayrıca sanat, eşitlik içermeyen bir yaşamın ilk semptomları üzerinde
inşa edilen bir toplumun bir arada tutulması için gerekli olan araçlardan
biridir. "Sanat, insanları aynı duygu potası içinde eriten birleştirici
bir araçtır" diyen Tolstoy'un bu sözleri, kültürün şafağında, sanatın
toplumsal kohezyona sağladığı katkıları ifade temektedir. Toplumsallaştırıcı
ritüel sanatı gerektirmiştir; sanatsal çalışmalar ritüel hizmetlerden doğmuştur;
sanatın ritüel üretimi ile ritüelin sanatsal üretimi aynı anlama gelir. "Müzik",
diye yazmıştı Seu-matsen, "tekbiçimleştirici bir olgudur”. (sf. 133)
Stres,
yalnızlık, bunalım, sıkıntı; bunların tümü günlük yaşamdaki çılgınlıklardır. Giderek
devasa boyutlara ulaşan mutsuzluk, içten içe de olsa beraberinde, her şeyin
farklı olabileceği düşüncesini getirmektedir. Teknolojik toplumda, bu yabancılaşma
ve bunalım çölünde, herhangi bir sevinç kırıntısı kalmış mıdır? Akıl sağlığı uzmanları,
sadece yüzde yirmimizin psiko-patolojik semptomlar sergilemediğini
belirtmektedir. Yani, ciddi biçimde sağlıksız bir toplumun kronik ruhsal sefaletiyle
belirlenen bir "normallik patolojisi" sergiliyoruz. (sf. 172)
Natura sanat, medicus curat (Doğa iyileştirir,
doktorlar/danışmanlar/terapistler
bakar) şeklinde eski bir deyişi hatırlamak zor değil; ancak
içine gömüldüğümüz acı ve yalıtılmışlığın bu hiper yabancılaşmış
dünyasında doğal olan ne kaldı ki? (sf. 190)
Aklın kusursuz ve saydam ürünü olduğu varsayılan dile bel
bağladık ve onun bizi getirdiği yere bakın: Auschwitz, Hiroşima, kitleselleşen
ruhsal acılar ve topyekün imhanın sınırına gelmiş bir gezegen. (sf. 200)
"Tüketmemizi
istiyorsunuz -Peki, hep daha fazlasını, ne rast gelirse onu tüketelim; her
türlü yararsız ve saçma amaç için tüketelim." Baudrillard'ın "hiper
uyum" olarak adlandırdığı radikal strateji budur. (sf. 229)
Kapitalizmin en ilerlemiş haliyle ve postmodern tarzda var
olduğu bir yerde, bilgi tamı tamına elbise satın alınır gibi tüketilmektedir.
"Anlamın" modası geçmiş, önemi kaybolmuştur; her şey tarzdan ve dış görünüşten
ibarettir. (sf. 230-231)
Hepimiz dostça, içten ve sevimli olanı, yani hoş olanı tercih
ederiz. Ne var ki hepimizin, her şeyi radikal bir şekilde yeniden
değerlendirmesini gerektiren yaygınlaşmış krizlerin bu sefil dünyasında, hoş
olan belki de yanıltıcı olandır.
Tahakküm çoğu zaman güler yüzlü ve kültürlüdür. Auschwitz toplama
kampı, Goethe'leri ve Mozart'ları zevkle dinleyen yöneticileriyle hatırlanır.
Benzer şekilde, Atom bombasını icat edenler, korkunç görünümlü canavarlar falan
değil, tersine hoş liberal aydınlardı. Yaşamı bilgisayarlaştıranlar ve bu
çürüyen düzeni başka biçimlerde ayakta tutanlar için de aynı şey geçerlidir;
tıpkı, gerçek dehşetini saklayarak acımasız bir çalış-tüket döngüsünün
belkemiğini oluşturanların -gerek özyönetime gerekse de başka biçimlere
dayanan- iş dünyasının hoş insanları olması gibi. (sf. 235)
Hoşçuluk mutluluğu sağlayamaz, sadece daha fazla rutinlik
ve yalnızlık getirir. İçtenliğin tadına ancak toplumun öğütücülüğüne karşı
çıkılarak varılır. Hoşçuluk hepimizi olduğumuz yerde, sözüm ona tiksindiğimiz şeyleri
şaşkın bir şekilde yeniden ürettiğimiz yerde tutar. Öyleyse, bu karabasana ve
bizi onun içinde tutanlara hoş davranmaktan vazgeçelim. (sf. 236)
Doğu Avrupa ve SSCB'deki devlet kapitalizminin çöküşü, kapitalizmin
bildik türevinin "galibiyetini" ve hükümranlığını ilan etti; ne var ki bu bildik türev şimdilerde,
"sosyalizm" ile sürdürdüğü sözde mücadelede üstesinden geldiğini iddia
ettiği çelişkilerden çok daha keskin olan çelişkilerle karşı karşıyadır.
Şüphesiz Sovyet endüstriyalizmi nitel bakımdan kapitalizmin hiçbir varyantından
farklı değildi ve daha da önemlisi, işbölümüne, doğanın tahakküm altına
alınmasına ve aşağı yukarı aynı dozda ücretli köleliğe dayanan hiçbir üretim
biçimi, ne insan mutluluğunu ne de ekolojik yaşamın devamını sağlayabilir. (sf.
260)
Yüksek teknolojiye dayalı simulasyon ve manipülasyonların yarattığı
tüketim çılgınlığı, varlığını, toplum içinde giderek yaygınlaşan iki eğilime
borçludur; bunlar, işbölümünün uzmanlaşması ve bireylerin yalnızlaşmasıdır.
Felaketin en dehşet verici boyutu da bu noktada ortaya çıkıyor; felaket, kendileri
kötü olmayan insanlar tarafından yaratılmaktadır. (sf. 261)
John Zerzan'ın bir dahiden de öte çok önemli bir yol göstereci olduğuna inanıyorum.
YanıtlaSilGunumuzde en çok tartışılması ve üzerindeki durulması gereken konulara değinmiş diye düşünüyorum.
YanıtlaSilİnsanlık bu kadar bilgiyi ve gelişimi elde etti evet bundan sonra ne yapacağız ve ne yapıyoruz?
Henüz 100 sayfa okudum ama insana Ufuk açan sorular sorduruyor.bu bakımdan okunması keyifli.
Bi çözümden çok bu akıl yürütme..
Bu arada bunun gibi fikir kitabı tavsiyelerinizi de almak isterim
Okumakta olduğunuz kitabı bırakın ve hemen şu kitaba başlayın. Bu kitap sizin ufkunuzu geçmişten günümüze kadar açacaktır. Bizler,homo sapiensin, nasıl bu dünyayı parazitler gibi ele geçirdiğimizi, tarımın bizi esir alışını, kendi türümüzdeki diğer insan ırklarını nasıl yokettğimizi göreceksiniz. Tarihin, sosyalizmin,komünizmin,liberalizmin,kapitalizmin ve emperalizmin nasıl dünyamıza yön verdiğini, tarihte şu ana kadar yaşanmışlıklara baktığımız da, hiçbir tarihçi ya da bilimcinin insan mutluluğu için neler yapıldığını diye sormadığını göreceksiniz. İptidai canlılardan türemiş olan bizler,homo sapiensler,evrilmeye devam da edeceğiz. Nasıl ki bizler diğer insanlık türlerin sonunu getirmişsek, kendi sonumuzu da bizler mi getireceğiz ? Hiç kuşkusuz öyle görünüyor. Sanırım bizler bu dünyanın kanser hücreleriyiz. Teknoloji ve tarım karşıtı bu kitabı mutlaka okuyun. Yorum puanım: 10/10
YanıtlaSilZerzan'ın, sistem karşıtı getirdiği sistematik düşünceleri üzerine uzun uzun araştırma yapılmasını hakediyor. Şehirden, trafikten bunaldığımız şu günlerde bir alternatif görmek harika oldu.
YanıtlaSil