14 Ağustos 2020 Cuma

Trevanian - Şibumi



“CIA ajanlarını, geri zekalılara iş verme kanununa katkımız olarak düşün.” (sf. 14)

Sanayileşmiş Batı dünyasında yaşayan biriyseniz, Şişko’da siz de vardınız. Kredi kartlarınızdaki tavan rakam, kan grubunuz, siyasal tarihçeniz, cinsel eğilimleriniz, sağlık siciliniz, ilk-orta-lise ve üniversite notlarınız, yaptığınız telefon görüşmelerinden rastgele derlenmiş birkaç bant, ömrünüzde göndermiş ya da almış olduğunuz her telgrafın bir kopyası, veresiye yaptığınız bütün alışverişler, tüm askeri veya cezaevi kayıtlarınız, tüm gelir vergisi kayıtlarınız, abone olduğunuz dergilerin tüm listesi, ehliyetiniz, parmak iziniz… Evet, bütün bunlar, Ana Şirket’in özel ilgi duymayacağı sade bir vatandaşsanız vardı. (sf. 27)

Kendi sağduyu noksanlığını saplantısızlık diye göstermeye çalışan biri. Üçüncü dünyadaki açlığı merak eden, ama üniversite bahçesinde elinde bol proteinli köpeğiyle gezen, bu yolla da tüm canlılara olan sevgisini kanıtlamaya kalkan bir tip. (sf. 37)

Çünkü Amerikan tipi temsili hükümette genel anlayış, ülkeyi yönetecek zeka, ahlak ve kültüre sahip bir insanın kendini oy dilenecek kadar alçaltmasına mani olmaktı. Yani kısaca ifade etmek gerekirse, Amerikan politikasında seçimi kazanabilen hiç kimse, kazanmaya layık değildi . (sf. 40-41)


Şortla gezen, arkasında sırt çantası taşıyan bu kızın kolay dostluk kurmakla ünlü o sporcu genç turistlerden biri olduğu ve bu nedenle de az bahşiş vereceği kararına varılmıştı. (sf. 50)

Renk kodu sisteminde eflatun kartlar Ana Şirket açısından başa çıkılması en güç, en tehlikeli adamları gösterirdi. Bunlar kendi milliyetçi ya da ideolojik kanı ve yargılarına göre hareket etmeyen, parça başına iş kabul eden ajanlar, katiller grubuydu. Hükümetlere baskı yaparak bunları kontrol altında tutma olanağı da yoktu. Her iki taraf hesabına da adam öldürürlerdi. (sf. 61)

… Onların böyle gördüğü, böyle adlandırdığı nitelik aslında çocuğun tüccarlara ve tüccar zihniyetine karşı duyduğu nefretti. (sf. 70)

“Go ile karşılaştırdığın zaman o oyunu nasıl buluyorsun?”

Nicholai bir an düşündü. “Şeyy… Filozoflar ve savaşçılar için Go ne ise, muhasebeciler ve tüccarlar için de satranç o bence.”

“Ah, bu gençlerin acımasızlığı! Go insanın içindeki filozofa hitap eder, santranç ise içindeki tüccara desen, daha insaflı olurdu Nikko.”

“Evet, daha insaflı olurdu. Ama diğer yandan daha az gerçek olurdu.” (sf. 80)

Herhalde belirsiz bir anlamda, üstelik yanlış olarak kullanıyorum. Ya da bana öyle geliyor. Anlatılmayacak bir niteliği tarif etme çabası. Bildiğin gibi şibumi, sıradan, olağan görünümlerin altında yatan gizli üstünlükleri anlatır. Şöyle düşün. O kadar doğru bir söz ki, cesaretle söylenmesine gerek yok. O kadar dokunaklı bir olay ki, güzel olmasına gerek yok. O kadar gerçek ki, sahici olmasına gerek yok. Şibumi demek, bilgiden çok anlayış demek. İfade dolu bir sessizlik demek. Kendini kanıtlama gereği duymayan bir alçak gönüllük demek. Sanatta şibumi zarif bir basitliği ifade eder. Buna sabi denir. Felsefedeyse kendini wabi olarak gösterir. Büyük bir ruhsal rahatlıktır ama pasiflik değildir. Bir insanın kişiliğindeyse... nasıl söylemeli... Hakimiyet peşinde olmayan otorite mi? Onun gibi bir şey.

Nicholai'nin hayâl dünyası bir anda şibumi kavramıyla doluvermişti. Başka hiçbir ideal onu bu derece etkilememişti ömründe.

“İnsan şibumi'yi nasıl elde eder, efendim?”

İnsan şibumi'yi elde etmez. Ancak onu... keşfeder. Bunu yapabilen pek az sayıda üstün nitelikli insan vardır. Dostum Otake−san gibi.”

Yani insan şibumi düzeyine gelmek için çok şey mi öğrenmeli?”

“Daha çok, bilgilerden geçip basitliğe varmak gerek.” (sf. 84)

 

Eğer Şanghay'dan bizim tahmin ettiğimiz zamanda ayrıldıysa arada altı yıllık bir boşluk var demektir. Şişko'nun bu konuda söylediği söz de hiçbir anlam taşımıyor. Bu aptal makineye göre adam o altı yılı bir oyun öğrenerek geçirmiş. Go adlı bir masa oyunu.

“Sanırım doğru söylüyor.”

“Nasıl olabilir? Koskoca İkinci Dünya Savaşı boyunca tüm vaktini bir oyun öğrenmekle mi geçirmiş? Başyardımcı kafasını iki yana sallayıp duruyordu. Verilerin böyle mantıktan uzak biçimde gelmesi ne onu, ne de Şişko'yu memnun etmekdeydi. Eflâtun kart sahibi birinin, ömrünün beş altı yılını (Ulu Tanrım! Beş mi, altı mı olduğunu bile kesin olarak bilmiyorlardı?) Budalaca bir oyunu öğrenerek geçirmesinde de mantığa uyan en ufak bir yan yoktu! (sf. 87)

 

 

“Biliyorum. Ama okuduklarıma göre bazen bu yetenekler ortadan kalkabiliyor, bulunan bu iç huzur artık bulunmaz olabiliyormuş. Beklenmedik bir olay senin içini bitmeyen bir nefret ve öfkeyle doldurursa, o zaman kaybedersin bu zenginliğini.”

Hayatının en doğal ve en önemli pisişik eylemini kaybetme düşüncesi Nicholai'yj rahatsız etti. İçine bir anda dolan panik ona yepyeni bir şey düşündürdü. Kaybetme korkusu da belki kaybetmesine sebep olabilirdi. Bu konuşmalardan uzaklaşmak istiyordu. Bu yeni ve inanılmaz şüphelere dayanmıyordu. Gözlerini Go tahtasına indirdi ve böyle bir kayıp karşısında nasıl tepki göstereceğini düşündü.

“Ne yapardın, Nikko?” diye tekrarladı Otake−san.

Nicholai gözlerini kaldırıp ona baktığında yeşil gözler sakin ve ifadesizdi. “Eğer birisi dinlenme zamanlarımı benden alırsa onu öldürürüm.”

Bu söz öyle kaderci bir sükûnetle söylenmişti ki, Otake−san bunu kızgınlık değil, yalnızca gerçeğin kendisi olduğunu hemen anladı. Yaşlı adamı en çok rahatsız eden de bu sözün söylenişindeki sessiz güven duygusuydu.

“Ama Nikko, ya bu niteliğini senden alan bir insan değilse? Bir durum, bir olay, hayatın bir oyunuysa? O zaman ne yaparsın?

“Onu yok etmeye çalışırım. O şey her neyse mahvederim onu. Cezalandırırım.”

“Öyle yaparsan dinlenmelerine tekrar kavuşur musun?”

“Bilemiyorum hocam. Ama bu kadar büyük bir kayba karşı çok küçük bir intikam olur aslında.”

“Otake−san içini çekti. Bir yandan Nikko'nun böyle hassas ve kırılabilecek durumda olmasına acıyor, bir yandan da ona bu değerli yeteneğini kaybettirecek olaya sebebiyet verecek adama acıyordu. Delikanlının dediğini yapacağından zerre kadar kuşkusu yoktu, insanın kişiliği hiçbir davranışında, Go oynayışındaki kadar belli olmazdı. Tabii oyunu izleyen, hareketlerin anlamını anlayacak zekâ ve tecrübeye sahipse. Nicholai'nin oyunu ise, bir yandan çok zekice ve cesurken, beri yandan çok soğuk ve insanlık dışı bir amaç konsantrasyonu gösteriyordu. (sf. 96-97)

Yıllar sonra batılılar’ın vicdanı Hamburg ve Dresden’de olanlar ve oraların halkı beyaz ırktan olduğu için epey sızladı. Oysa 9 Mart bombardımanından sonra Time dergisi, olayı “gerçekleşen bir rüya” diye tanımlıyor, Japon kentlerinin de sonbahar yaprakları gibi yanabileceğinin anlaşıldığını yazıyordu. (sf. 107)

“Oyununu mekanik ve kalıpçı olmaktan kurtaran şey senin o inanılmaz ataklığın., güvenin. Ama onda bile insanlık dışı bir taraf var. Sen oyunu yalnızca tahtadaki duruma karşı oynuyorsun. Karşındaki rakibinin önemini, hattâ varlığını bile reddediyorsun. Bana sen kendin söylemiştin. Mistik yolculuklarına çıkıp bulunduğun yerden uzaklaştığın zaman, dinlenir ve yeniden güç toplarken, rakibini düşünmeden oyun oynuyormuşsun. Bunda şeytanca bir şey var. Zalimcesine bir üstünlük. Küstahça. Senin şibumi amacına biraz ters. Bunu sana söyleyişim düzeltesin, değiştiresin diye değil, Nikko. Bu nitelikler senin kemiklerinin içindeki nitelikler.

Onları değiştiremezsin. Mümkün olsa bile değiştirmeni ister miydim... ondan da emin değilim. Çünkü bunlar bir yandan senin kusurların sayılırken, bir yandan da o korkunç kuvvetini oluşturuyor.”

“Biz yalnızca Go oyunundan mı söz ediyoruz, hocam?”

“Go deyimleriyle konuşuyoruz.” Otake−san elini kimonosunun altına daldırıp göğsüne bastırdı, ağzına yeni bir nane attı.”Bütün zekâna karşın, sevgili öğrencim, çabuk kırılabilecek, hassas tarafların var. Bir kere tecrübe eksikliğin var. Tecrübeli bir oyuncunun alışkanlık ve bellekle yapabileceği bir hamle için dikkat ve konsantrasyon harcıyorsun. Ama bu önemli bir zaaf değil. Olayları boşa harcamazsan tecrübe kazanabilirsin. Bazı el sanatçıları yirmi yıllık tecrübeleriyle övünürler. Oysa aslında bir yıllık tecrübeyi yirmi kere geçirmişlerdir. Sen bu hataya düşme. Senden büyüklerin tecrübe avantajına da kızma. Unutma ki onlar bu tecrübeyi kazanmak için karşılığını hayat keselerinden ödemişlerdir. Yeniden doldurulamayacak bir keseden.” Otake−san hafifçe gülümsedi. “Sonra yaşlıların tecrübelerinden mutlaka yararlanmak isteyeceklerini de hatırından çıkarma. Ne de olsa ellerinde ondan başka bir şey kalmamıştır artık.”

Bir süre Otake−san'ın gözleri bahçeye dalgın baktı. Bahçenin çizgileri sisin etkisiyle bulanıklaşıyor, kesinliğini kaybediyordu. Yaşlı adam bir çaba harcayarak zihnini ebedî şeylerden geri çekti, vermekte olduğu derse devam etti. “Hayır, senin en büyük kusurun tecrübesizliğin değil. Kayıtsızlığın. Yenilgilerini senden daha zeki ve yetenekli olanların elinden tatmayacaksın. Seni yenenler, sabırlı, sinsi, orta düzeyde insanlar olacak.”

Nicholai kaşlarını çattı. Kajikawa kıyılarında gezinirken Kishikawa-san da kendisine buna benzer bir şey söylemişti.

“Senin orta düzeydeki kimselere karşı duyduğun aşağılayıcı nefret, onlardaki geniş, kapsamlı kuvveti görmene engel oluyor. Sen kendi parlaklığının orta yerinde dururken, gözlerin öylesine kamaşıyor ki, odanın kuytu, karanlık köşelerini göremiyorsun. Oralarda kalabalıkların, beyinsiz insan kalabalığının ne tehlikeler hazırladığını görecek şekilde gözlerini ayarlayamıyorsun. Ben sana bunları söylerken bile, sevgili öğrencim, sen kendinden yeteneksiz kişilerin, sayıları ne kadar çok olursa olsun, seni yenebileceklerine inanmakta güçlük çekiyorsun. Oysa biz artık orta düzeydeki insanların çağında yaşıyoruz. Orta düzeydeki insan sıkıcı, renksiz, aptal gibi görünür... fakat ölümsüz tekdüzeliğine devam eder... hiç bıkmaz. Amipler her zaman kaplanlardan çok yaşar. Çünkü durmadan bölünür, yenilenirler. O ölümsüz tekdüzelikleriyle. Kalabalıklar zorbaların en sonuncusu olacaktır. Gözlerini bir an için sanata çevir. Bak, Kabuki can çekişirken, Noh beri yanda sürünürken, şiddet romanları kalabalıkları nasıl peşinden sürüklüyor. Dikkat edersen hiçbir yazar romanına kahraman olarak gerçekten üstün bir insan tipi seçmeye cesaret edemiyor. Çünkü seçerse, kalabalığın içindeki orta düzeydeki insan öfkelenecek, utanacak, ve kendisini savunması için kendi yojimbo'sunu, yani eleştirmenleri ortaya sürecektir. Kalabalığın çıkardığı gürültü mantıksızdır ama, kulakları sağır edecek kadar güçlüdür. Beyinleri yoksa da, binlerce kollan vardır. Bunları seni yakalamak, çekmek, aşağıya indirmek ve batırmak için kullanırlar.”

“Hâlâ Go'dan mı söz ediyoruz, hocam?”

”Evet, Go'dan. Ve onun gölgesi olan hayattan.”

“O halde bana ne yapmamı öğütlersin?”

“Onlarla temastan kaçın. Kendini bir terbiye örtüsünün altına sakla. Onlara aptal ve uzak görün. İçlerine girme. Ayrı yaşa ve şibumi'yi incele. Hepsinden önemlisi de, seni çeşitli yemler kullanarak öfkeye ve saldırıya itmelerine izin verme. Saklan, Nikko.” (sf.117-118)

 

Bu kadını, ona borçlu olacak kadar da sevmiyordu. Sevmiyor demekle… yani, sevmediği bir insan değildi. Zaten sevilmeyecek bir yanı yoktu. Nefret gibi, aşk gibi yoğun duygular yaratacak tür bir insan değildi çünkü. (sf. 130)

 

Nicholai’nin cinsel yeteneğini normal sanıyordu. Sonradan yurduna döndüğünde birkaç kısa serüven yaşadı ama hepsinde de hayal kırıklığına uğradı. Sonunda Feminist Hareket’in öncülerinden biri olarak hayatını noktaladı. (sf. 130)

 

Evlilikleri duygusal bir iş antlaşmasıydı. Taraflardan biri taahhüt ettiği hizmetleri yerine getirmeyince, anlaşma kolayca yürürlükten kalkıyordu. (sf. 132)

 

Amerikalılar hayat standardını, yaşamın kalitesiyle karıştırıyorlardı. Fırsat eşitliğini kurumlaşmış beceriksizler ordusuyla, ataklığı cesaretle, sertliği erkeklikle, özgürlüğü serbestlikle, çok laf etmeyi canlılıkla, eğlenceyi zevkle karıştırdıkları gibi. Bütün bu karışıkların sonucu olarak  da tabii adaletin yalnızca eşit olanlar arasında eşitlik sağlayacağı gerçeğini göremiyor, herkes arasında eşitlik sağlayabileceği hayaline kapılıyorlardı. (sf. 143)

 

Ahhh! Diye düşündü Arap. Namuslu bir kadın. Herhalde bakire. Daha iyi. Çünkü bekaret Araplar’ın gözünde çok önemliydi. Mukayeseden ödleri koptuğu için. Hakları da yok değildi tabii… (sf. 146)

 

Soru: bu kitapları neden hayal kırıklığını göze alacak kadar çok istemişti? Yanıt: Kendine bile açıklamak istemediği halde bildiği bir gerçek vardı. Go eğitimiyle belli bir düzeye gelmiş olan zihinsel kapasitesinin kurulmuş seri motor gibi bir niteliği vardı. Ona hiçbir yük yüklenmezse giderek hızını arttıracak ve sonunda kendi kendini yakacaktı. İşte bu yüzden hayatını küçülmüş, katı bir düzene sokmuş ve bu yüzden meditasyonun boşluğu içinde gereğinden çok zaman geçirir olmuştu. Konuşabileceği hiç kimse yoktu. Düşünmekten bile kaçmıyordu. Elbette ki aklından gene de davetsiz bazı etkiler geçmiyor değildi. Ama bunların çoğu yalnızca kesik kesik imajlardı. Bunları birbirine bağlayan mantıklı kelimelerden yoksundu. Gerçi aklını kontrolünden kaçırma korkusu içinde tembelliğe ittiğini, hiç kullanmadığım bilinçli olarak fark etmiş değildi. Ama kitap ve kâğıt elde etme fırsatına bu yüzden böylesine sarılmıştı. Kitapların zihnini meşgul etmesine ihtiyaç duyduğunu biliyordu. (sf.199)

 

“Genelleme ancak bireylere, kişilere uygulandığı zaman yanlış sonuçlar verir. Kalabalıkları tanımlarken her zaman gerçekçi bir yöntemdir. Senin ülken de demokrasiyle yönetiliyor. Yani kalabalığın diktatörlüğüyle.” (sf. 309)

 

“Beni sıkan Amerikalılar değil, Amerikanizm,” dedi Hel. ”Sanayi ötesi dünyanın kötü bir hastalığı bu. Sırasıyla bütün merkantilist ülkelere de bulaşacağı ortada. Buna Amerikacılık denilmesinin tek nedeni, hastalığın en ileri halinin senin ülkende görülmesinden. Tıpkı İspanyol nezlesi falan gibi. Belirtileri ise önce iş ahlâkının yok olması, sonra iç değerlerin azalması, sürekli dışardan eğlence bekler duruma gelinmesi, bunun peşinden de ruhsal çürüme ve manevî uyuşma. Hastalığa yakalananı tanımak için en iyi işaret, o insanın durmadan kendisiyle ilişki kurabilmeye gösterdiği çabadır. Kendi ruhsal zayıflığının ilginç psikolojik bir durum olduğuna inanır. Sorumluluktan kaçmasını, yeni deneylere hazır oluşuna yorumlar. Hastalık ilerledikçe kişi, insan uğraşları içinden önemsiz olanını aramaya, onun peşinden koşmaya başlar: Eğlencenin. Ama iş yemeğe gelince, Amerikalıların hiç değilse bir konuda herkesi geride bıraktığına kuşku yoktur: Abur Cubur. Bu da biraz sembolik galiba.” (sf. 311)

 

“Ne mi okudum?”

Hel açıkladı. “Yani hangi konuda diplomanı aldın?”

“Ha! Sosyolojiydi konum.”

Bilmeliydim, diye düşündü Hel. Psikolojiyle antropoloji arasında bocalayan ve kararsızlıklarını bir yığın istatistiğin arkasına saklamaya çalışan o bilim. Amerikalılar yeni yetmelik çağlarını dört yıl daha uzatabilmek için seçerlerdi bu dalı genellikle. (sf. 312)

 

…Hem daha önemlisi, cesaret bankaya yatırılabilecek bir şey değildir.” (sf. 342)

 

Yüzeysel insanların yaraları kolay sağalır. Bir yastığa ne kadar yumruk atarsan çürütemezsin. (sf. 356)

 

Zaman zaman canını sıkan genç kadınlardan öç almak için onlarla sevişirdi. Bu sevişmede kendi taktik ve tecrübelerini egzotik bilgilerini kullanır, kadına bir daha ömründe ulaşamayacağı dakikalar yaşatır, zavallıcık ömrü boyunca çeşitli evliliklerle o etkinin benzerini boş yere arar dururdu. (sf. 356)

 

Güvenlik kuvvetlerinin tek çekici yanı kendilerine özgü beceriksizlikleridir. (sf. 370)

 

Saygı? Eğer korku da saygının bir parçası sayılıyorsa, ona da evet. Ama sevgi? O başka bir mesele işte. Sevginin içinde bir affetme niteliği vardır çünkü. Seni affetmek ise epey zor. Bir yanın azizler kadar estetik, öbür yanın Vandallar kadar vahşi. Bu karışımla kendini pek affa elverişli kılmıyorsun. Bir kişiliğin affın çok üzerinde, öteki kişiliğin ise çok altında. Üstelik affı istemiyorsun da. Herhalde seni affetmeye kalkan biri çıksa, sen onu asla affetmezsin. Bunu yapmaya cesaret ettiği için. (sf. 381)

 

Oysa asıl anti-kahraman, kahramanın bir türüdür. Belli bir rolü olan bir soytarı değildir. Aklına geleni oynaması için kendisine izin verilen bir seyirci de değildir. Tıpkı klasik kahraman gibi o da toplumu huzura, selamete götürür. İnsanın gelişimi dediğimiz komedinin bir aşamasında, huzur ve selametin düzen ve teşkilat tarafından bulunduğu varsayılmış, öyle sanılmıştı. Tabii bütün Batılı kahramanlar da, çevrelerine adamlarını toplayıp düşmana, yani boşluğa, düzensizliğe saldırdılar. Şimdi yeni öğreniyoruz ki asıl düşman boşluk değil, düzen ve teşkilatmış. Ayrılık değil, benzerlikmiş. Durmak değil ilerlemekmiş. Şimdi yeni çıkan kahraman, yani anti-kahraman, saldırısını bu düşmana doğru yapmaktadır. Teşkilata saldırmakta, sistemleri yok etmeye çalışmaktadır. İnsan ırkının selametinin o nihilist yönde yattığını artık biliyoruz. Ama ne kadar uzakta yattığını bilmiyoruz. (sf. 383)

 

“Bir tür duygusal bezginlik. Kadercilik falan değil, tehlikeli bir kayıtsızlık. Küçük düşürücü olaylar birbirine eklenirse belki de hayata o kadar sıkı sarılmak için neden görmeyebilirim.” (sf. 385)


Geçmiş denilen şey, gelecekten arındırıldığı anda bir yığın önemsiz ayrıntı haline geliyordu. İçinde organik hiçbir şey kalmıyordu. Güçlü olan, acı veren hiçbir şey. (sf. 455)

 

Kitaba verdiğim puan: 5/5

1 yorum: