Hangi açıdan bakarsanız bakın, içinde bulunduğumuz zaman bize bir çıkış yolu bırakmıyor. Sahip olduğu tek meziyet de bu değil. Her şeyden önce umudunu korumak isteyenlerin ayaklarının altındaki zemini çekiyor. Ellerinde bir çözüm olduğunu öne sürenlere karşı hemen itirazlar yükseliyor. Herkes işlerin ancak daha da kötüye gidebileceği noktasında birleşiyor. “Geleceğin bir geleceği yok” anlayışı, görünüşteki kusursuz normalliğe rağmen, ilk dönem punkçıların bilinç seviyesine ulaşmış bir çağın bilgeliğidir. (sf. 7)
Bugünkü duruma toplumsal çözümler üretilemeyecek. Birincisi, çünkü sosyal ortamların, kurumların ve tezat yapılarak “toplum” diye adlandırılan tekil baloncukların belli belirsiz toplanışında bir tutarlılık yoktur. İkincisi, artık ortak deneyimin ortak bir dili yok. (sf.9)
Bu arada, idare
ediyorum. Bir ben, benim bloğum, benim dairem arayışı, en son moda
çer çöp, ilişki dramları, kim kimi *****... “Ben”e tutunmak artık hangi
protezleri gerektiriyorsa! (sf.14)
Sağda solda sürekli duyduğumuz “adam ol” buyruğu, bu toplumu
gerekli kılan hastalıklı durumun sürmesini sağlıyor. Güçlü ol emri, tam da
kendisini sürdüren bir zayıflık üretiyor. İşte bu yüzden her şey, hatta
çalışma ve aşk bile, iyileştirici
bir nitelik taşıyormuş gibi görünüyor. (sf.14)
Benliğin daimi bir bozulma halinde, kronik bir çökmek üzerelik
halinde tutulması, günümüzdeki düzenin en iyi korunan sırrıdır. Zayıf, morali
bozuk, kabahati kendinde arayan, sanal benlik, üretimdeki hiç bitmeyen
yeniliklerin, hızla modası geçen teknolojilerin, sürekli altüst olan toplumsal
normların ve genelleşmiş esnekliğin temelde gereksinim duyduğu sonsuz uyum
sağlama yeteneğine sahip olan öznedir. O aynı zamanda doymak bilmez bir
tüketicidir ve çelişkiye bakın ki asli larva haline dönebilmek amacıyla en
kıytırık “proje”lere
azim ve istekle kendisini dahil eden, ama sonra asli larva haline dönen “en üretken ben”
de O’dur. (sf.15)
O halde NEYİM BEN? Çocukluğundan beri sütün, kokuların,
öykülerin, seslerin, duyguların, tekerlemelerin, cisimlerin, işaretlerin,
fikirlerin, izlenimlerin, bakışların, şarkıların ve yiyeceklerin meydana getirdiği
akışla iç içeyim. BEN neyim? Mekâna, çilelere, atalarıma, arkadaşlarıma,
sevdiklerime, olaylara, dillere, anılara, kesinlikle “ben olmayan” her şeye her yönden
bağlıyım. Beni dünyaya bağlayan her şey, beni ben yapan bağlantılar, beni
meydana getiren unsurlar bana bir kimlik, çıkarılıp gösterilecek bir şey vermezler; belli
zaman ve yerlerde “BEN” diyen varlığı doğuran tekil, ortak, yaşayan bir varoluş verirler
bana. Uyumsuzluk duygusu benliğin sürekliliğine duyduğumuz aptalca inancın ve
bizi biz yapan şeylere yeterli özeni göstermememizin basit bir sonucudur. (sf.
15)
Eğer
Fransa saatlik üretimde Avrupa şampiyonu olmasaydı, bugün olduğu gibi anksiyete
haplarının anavatanı, anti-depresan cenneti, nevrozların Kâbe’si de
olmayacaktı. Hastalık, zihinsel yorgunluk, depresyon tedavi edilmesi gereken bireysel
rahatsızlık
belirtileri olarak görülebilir. Bütün bunlar sadece var olan düzenin devamına,
aptalca normları kuzu kuzu kabullenmeme ve koltuk değneklerimin modernize
edilmesine hizmet ediyor. Bunlar, bir yandan benim uyumlu, itaatkâr ve üretici eğilimlerimi
seçiyor diğer yandan da hissettirmeden benden ayıklanması gereken şeylerin ne
olduğunu belirliyor. “Değişmek için asla geç değildir, biliyorsun.” Ama benlik
varsayımında başarısızlıklarım bir yıkıma da neden olabilir. Sonra da, bugünkü
savaşta direniş eylemine dönüşebilirler. Bizi normalleştirip sakatlamak için
kurulan tuzaklara karşı bir isyan, bir güç halini alabilirler. Benlik
dedikleri, iç dünyamızdaki
kriz yaşayan bir şey değil; sırtımıza damgasını vurmak istedikleri
biçimdir. Aslında
hepimiz başka yaratıklar arasında birer yaratık, benzerlikler arasında
tekillikler, dünyanın bedenini oluşturan canlı bedenlerken, kendimizi keskin
bir şekilde tanımlanan, tek başına, nitelikler çerçevesinde değer biçilebilir,
kontrolü mümkün şeyler haline getirmemizi istiyorlar. Çocukluğumuzdan beri bize
söylene gelen şeyin aksine, zekâ uyum sağlamayı bilmek anlamına gelmiyor – ama
öyle bir zekâ türü varsa bile bu köleliğin zekâsıdır. Bizi köleleştirmeyi hedefleyenlerin
bakış açısına göre, tek uyum sağlayamayışımız, bitkinliğimiz
sadece sorun. Uyum
sağlayamayışımız ve bitkinliğimiz aslında bize yeni suç ortaklıkları için bir
başlangıç, bir buluşma noktası işaret ediyor. Tüm tahrip edilmişliklerine rağmen
bu toplumun kendi amaçları doğrultusunda oluşturduğu bütün hayal ürünü
şeylerden çok daha paylaşıma açık bir manzara ortaya koyarlar.
Depresyonda
falan değiliz; grevdeyiz. (sf. 16)
Tarihimiz bir sömürüler, göçler,
savaşlar, sürgünler ve her türlü kökün yok edilişi tarihi. (sf. 20)
Orta
yerinde yaşadığımız bu yabancılar kalabalığını “toplum” diye nitelemek kavramı
öyle bir gasp etmektir ki bir asırdır ekmek ve su kadar ihtiyaç duydukları
halde sosyologlar bile artık kullanıp kullanmamakta tereddüt ettikleri bu
kavramı gasp etmektedir. Şimdilerde sanal yalnızlıklar arasındaki ilişkiyi ve
de “mesai arkadaşı”, “bağlantı”, “ahbap”, “tanıdık” veya “flört” gibi başlıklar
altında kurulan zayıf etkileşim biçimlerini tanımlamak için “ağ” imgesini
tercih ediyorlar. Bu tür ağlar kimi zaman iyice sıkışıyor, kodların dışında
hiçbir şeyin paylaşılmadığı ve sürekli yenileri oluşturulan yeni kimliklerin tüketilmesi
dışında hiçbir bir şeyin yapılmadığı ortamlar haline geliyor. (sf. 23)
Ama
romantizmin büyüsü ortadan kalktığında, “mahremiyet” çırılçıplak kalıyor
ortada: Zaten mahremiyetin kendisi toplumsal bir uydurmadır, albenili
dergilerin ve psikolojinin diliyle konuşur; diğer her şey gibi, bulantı verecek
kadar stratejilerle yüklüdür. Artık bu alan da diğer alanlar gibi yozlaşır ve
orada da dürüstlük adına bir şey kalmaz; buraya da yalanlar ve yabancılaşma
kanunları hâkim olur. Biri şans eseri bu gerçeği keşfettiğinde, tam da çift
olmanın doğasıyla çelişen bir paylaşım kendini dayatır. Varlıkların birbirini
sevmesini sağlayan şey, aynı zamanda onları sevilebilir kılan şeydir. Ve bu da
iki-kişilik-otizm ütopyasını darmadağın etmektedir. (sf. 25)
Bizim
işle ilgili hiçbir beklentimiz olmadı: Biz onun geçmişte ve şimdi neye hizmet
ettiğini, rahatlık derecesi değişen aptalca bir oyun olduğunu biliyoruz.
Ailemizi, en azından bu söylenenlere inananları düşündüğümüzde tek üzüntümüz,
bu tuzağa düşmüş olmalarıdır. (sf. 29)
Ekonominin
krizde olmadığını, ekonominin kendisinin bir kriz olduğunu artık görmemiz
gerek. (sf. 45)
…Çünkü
çekilen sefaletin tamamen gereksiz ve anlamsız olduğu ortaya çıktığında sefalet
katlanılmaz hale gelecektir. ( sf. 47)
Sosyalist
bloğun çöküşü hiçbir surette kapitalizmin zaferi değil, kapitalizmin aldığı
biçimlerden birinin başarısızlığa uğramasıydı. (sf. 47)
Son
tsunami yaklaşırken, turistlerin dalgalarla oynayıp eğlendiği sırada, adada
yaşayan avcı ve toplayıcılar kuşları izleyerek sahilden uzaklaşmaktaydı. (sf.
60)
Bugün Batı, M1 Abrams tanklarının üstünde son ses heavy metal dinleyerek
Felluce’yi vuran Amerikan askeridir. O, Moğol ovalarında kaybolmuş, herkesin
kafa bulduğu, kredi kartına cankurtaran halatıymışçasına sarılan bir turisttir.
O, Go oyununa iman etmiş bir CEO’dur. Mutluluğu giysilerde, erkeklerde ve
nemlendirici kremlerde arayan genç
kızdır. Dünyadaki bütün asilerle dayanışma göstermek için -ama yenilmiş
olmaları kaydıyla- yeryüzünün dört bir yanına seyahat eden İsveçli insan
hakları aktivistidir. Cinsel özgürlüğü olduğu sürece politik özgürlüğe değer
vermeyen bir İspanyol’dur. Gerçeküstücülükten Viennese Actionism’ kadar
medeniyetin yüzüne en iyi kimin tükürebileceğini görmek için yarışan sanatçılar
yüzyılının “modern dahisi” önünde huşu duymamızı isteyen bir sanat aşığıdır.
Budizm’de gerçekçi bir bilinç teorisi bulmuş bir sibernetikçi ve Hindu
metafiziğiyle amatör düzeyde uğraşmanın yeni bilimsel keşiflere ilham vereceğine
inanan bir kuantum fizikçisidir. (sf. 69)
...Can
çekişen bir varlık, biçim olarak yaşayabilmek için içerik olarak kendisini feda
eder.
“Manevi” danışmanlık teknolojileri sağ olsun, parçalanmış birey biçim
olarak yaşamaya devam ediyor. Ataerkillik, erkeklerin inatçılık, kendini tutma,
duyarsızlık gibi en berbat özelliklerini kadınlara yükleyerek yaşamaya devam
ediyor. Parçalanmış bir toplum sosyalleşmenin ve eğlencenin bulaşıcılığını
artırarak ayakta kalıyor. Batı’nın kendi kendisiyle bile her noktada çelişen
hileler sayesinde sürebilen büyük ve eski moda kurguları için de aynı şey
geçerlidir. (sf. 70)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder