Şimdilerdeyse yalnızca çiseleyen, sicim gibi yağan
yağmurları değil, onu donuna kadar sırılsıklam eden, dahası afeti andıran
yağışları da çok sevilesi buluyordu. Sele dönüşen o etkili yağmurlar hiç tembel
değillerdi. Silip süpürücü oluşlarıyla çalışkan, işinin aşığı temizlik
işçilerini andırıyorlardı adeta. Üstelik insanlar gibi ayrımcılık da
yapmıyorlardı. Cadde ve sokakların tümünü; anayol, çıkmaz sokak ayrımı
yapmaksızın, oralarda oturanların son seçimlerdeki oy tercihine bakmaksızın
temizliyor, pislikten arınmaya burun kıvıran insanların ve yerel yönetimlerin
eksiklerini gönüllü olarak gideriyorlardı. Utandırmak istercesine… (sf. 8-9)
Ülkeyi kaldırımlardan izlemenin farklılığını keşfetmeye başlamıştı artık. Dükkanlara, bürolara, servis araçlarına tıkılmış olanların göremediklerini görüyor, düşünemediklerini düşünüyor, hissedemediklerini hissediyordu. (sf. 14)
“Hani uzaydan görünebilen tek
yapı olarak bilinen Çin Seddi var ya abi, yalanın ikincisi de bu işte. Bizim
sürekli yapılıp yıkılan kaldırımlarımızı birbirine ekleyip üst üste koyarsak
onlarca Çin Seddi’nden çok daha fazlası eder,” diyerek, garip bir iddianın da
sahibi olmuştu. (sf. 24)
Şehri güzelleştirmekten başka
amaçlarının olmadığını söyleyenler bu pahalı makyajın bedelinden, kimlere
haksız kazanç sağladığından kimselere söz etmiyorlardı. (sf. 30)
Yetişebilmek, ne de olsa kentli
insanların temel kaygısıydı. Gözleri kör eden, ruhları sığlaştıran,
yalnızlaştıran, bunaltan, farkına varış yetisini baltalayan, ölümcül olmasa da,
sürüm sürüm süründürücü bir kaygı… Serhat daha önceleri hiç olmadığı kadar
farkındaydı; bu illete tutulanlar hedefledikleri bir çok şeye yetiştiklerini
sansalar bile çoğu kez kendilerine yetişemiyorlardı. İç dünyalarında hep bir
eksiklik hissetmeleri, hep bir arayış içinde olmaları bu nedenden ötürüydü
sanki. (sf. 39)
“Eskisinin hükmü kalmadı,
yenisine bakalım…” düşüncesi hayatın her kıvrımına sinmişti adeta. Arkadaşlar,
sevgililer, giysiler, filmler, kitaplar, şarkılar ne de çabuk tüketiliyordu. “Vefa”
duygusunun adı bile anılmıyordu artık. Eskiler kaldırılıyor, yerlerine yenileri
konuyordu; onların yerlerine de daha yenileri. Tıpkı kaldırım taşları gibi…
(sf. 40)
Çevresindekileri kabaca ikiye
ayırmıştı, borç alınabilecekler ve alınamayacaklar diye. En yakın dostlarını
bile bu içimde kategorize etmek onu yaralayan bir hal almıştı. Arabasını satıp
borçlarını ödeyince kurtulabilmişti o berbat ruh halinden. Parasının arta
kalanını da daha kötü günler için, batma olasılığının az olduğuna inandığı bir
bankaya yatırmıştı. (sf. 41)
Oğuz öteden beri kalkık burunlu,
yeşil gözlü, sarışın, çok güzel bir kadınla evleneceğini söyler dururdu. En
sonunda da öyle birisini buldu. Onun kafeslenmiş hali hepimizin gözleri önünde
işte. O, anaerkil bir ailenin gösterişli ve iddialı kızıyla evlendiği gün
hayatının hatasını yaptı bizce. O kadın da onu kısa sürede maymuna çevirdi. Ne
zaman muz, fıstık yesek aklımıza bizim Oğuz gelir oldu bu yüzden. (sf. 51)
Haftada bir-iki akşam eğlenceye
gitmeden yaşanan hayata hayat mı denirdi? Elit mekanlarda içip dans etmeli,
kurtlarını dökmeliydi. O, iş hayatının yoruculuğuna rağmen sefası bol bir hayat
yaşıyor sayılırdı. Eğlenmek, bağımlılığa dönüşmüştü sanki. (sf. 62)
Serhat kavgayla sonlanan o
telefon görüşmesi sayesinde anlamıştı aşkın tek başına yetmediğini, duyguların gereksinimlerle
birlikte ifade edildiğini. Belki de artık insanların çoğu yalnızca
gereksinimlerine âşıktı, gerçek aşkın adını araç olarak kullanıyorlardı. Katışıksız,
sevgiye inanan kaç kişi kalmıştı ki bu maddi dünyada? Son yıllarda aşktan bunca
söz edilmesi ancak bir türlü bulunamaması bu nedenle miydi? (sf. 65)
Kaldırımlara ilişkin en ayrıntılı
ve doyurucu bilgilere özürlüler derneğinin hazırladığı sayfada ulaşabilmesi garip
olduğu kadar acıydı da. O sayfa bu konuda hayata geçirilen tüm uygulama
özürlerini yüze vuracak nitelikteydi. Ayrıntılı, net, mimari, aynı zamanda
insani… Ama yüzleşmek isteyene tabi ki… Bir de bazı mimarların bu konudaki makaleleri
vardı. Belediyelerse ihale koşulları dışında bilgi vermekten yana
görünmüyorlardı. (sf. 87)
…Hele bir mısrası vardı ki her
okuduğunda irkiliyordu. “Ben bu kaldırımların istediği çocuğum…” diyordu şair
orada. (sf. 87)
…İnsanların sevdiklerine karşı
daha acımasız olmaları nedendi acaba? Onların iyiliğini düşünmekten mi, yoksa
kendilerine layık bulmadıkları için kızgınlık duymalarından mı? (sf. 94)
Hayat kurtaranlar bir süre sonra
kendilerini Tanrı yerine koyarlarmış. Bir insan üzerinde hak sahibi olmak gibi
bir şey. Nasıl ki kimi doktorlar bu yüzden hastalarından rayicinin çok
üzerinden ücret istemeyi hak görüyorlarsa, korumaların içinde peydahlanan
kurtardıkları canı alma isteği de aynı nedenden dolayıymış… (sf. 116)
Masumiyetin ilerleyen yaşla
birlikte eriyip giden, kimi sütü bozuklardaysa çocukluktan sonra hiç
rastlanılmayan bir değer olduğunu düşünüyordu şimdilerde. Tıpkı gözünü kırpmadan
onu harcayan patronunda olduğu gibi… Serhat da eskisi kadar masum sayılmazdı,
gün geçtikçe daha çok rol yapar olmuştu. Belki de bu yüzden şüpheciliği
artmıştı. Kemikleşmiş dürüstlük anlayışının dışına taşmaktan rahatsızdı, ama
yine de sapmalar oluyordu. (sf. 167)
“İnsan tanımadıklarına daha kem
bakar Serhat kardeşim… Bence sen de kaldırımları yeterince tanımadığın için
hoşgörü göstermiyorsun. Onlar sana gel de kucağımıza düş demediler ki. Seni
kimlerin ve nelerin oraya düşürdüğünü gayet iyi biliyorsundur. Beli de tek
sorumlu sensin! Ben kaldırımlara baktığımda daha çok umudu görürüm…” (sf. 173)
Serhat’la ne zaman görüşsem böyle arapsaçı
gibi düşüncelere dalıyorum. Kendi kafasını karıştırdığı gibi benimkini de
altüst ediyor. Tarafımdan tescilli mikserliğinin yanına ezber bozuculuğunu da
ekledi sayılır. Hiç umulmadık anlarda, daha önceleri aklımın köşesinden
geçmemiş konuları sorgulamama neden oluyor. Öyle olunca da, “Bunca yıldır yanlış
şeylere mi takılıp kalmışım?” diye düşünüyorum.
Beni bu duruma düşüren yalnızca Serhat mı?
Tabii ki de değil. Günümüzde yaşananların iyiden iyiye garipleşmesinin hiç mi
etkisi yok? Böyle düşünürken bir de bakıyorum hayatın her alanını altüst eden “hızlı
değişim” zeytinyağı gibi üste çıkıvermiş. Ama nasıl değişim!
… Bu nedenle, hızla değişen
hayatın, tüm hızıyla yavanlaşan insanları olup çıkıveriyoruz sahneye. (sf.
270)
Önce müzik sesi, ardından
haberler… Cari açığın rekor seviyeye ulaşması, trafik kazaları, tecavüz, gasp
ve benzer kötü olayların haberleri ardı ardına sıralanıyordu. Dinlediği radyo
istasyonunun adı Felaket FM olmalıydı herhalde. (sf. 289)
Dip Not: Çizdiğim bazı paragraflarda kitaba dair spoilerlar bulunabileceği
için okuma keyfini bozmamak adına alıntılamadım.
Harika bir kitap!
YanıtlaSilali sefünç'ün yazdığı bu kitap gerçekten de çok anlamlı noktalara değiniyor. ilk kez bu kitapla tanıdım onu ve bence insanların sevdiklerine karşı acımasız olması kesinlikle kesinlikle kendilerine yakıştıramadığından.
YanıtlaSilkitabın içinde ki mizahi dil ve beyaz yakalının sudan çıkmış balığa dönen tepkileri gerçekten de güzeldi.
YanıtlaSilkaldırım takıntısı'nı burada gördükten sonra baskısını bulamadığım için üzülmüstüm tekrar basılmıs. e okuma vakti! :)
YanıtlaSil