Evde bulunan politik içerikli, Padişah II. Abdülhamid
aleyhine yazılardan dolayı resmi makamlarla başı yeniden derde girdi. Onu
kurtarmak için, delirdiği söylenerek bir süre için akıl hastanesine yatırdılar.
Peder hiddetli dâdâr-ı hale hayran valide ma’tüh
Bu esbâbı cûnûnu seyreden divane olmaz mı?
-Baba öfkeli, şimdiki hükümdara(II.Abdülhamid) hayran, anne
bunamış.
Bu delirme
nedenlerini seyreden, çıldırmaz mı? - (Önsöz, Ahmet Rasim’in anısından)
Bu aile, dünyanın tüm hazinelerine sahip olsaydı, Fahriye’nin o belirsiz gülümseyişinden aldıkları tadı alamazdı. Bu gülümseyiş çok etkiliydi. Bu gülümseyişte baharın tazeliği, gökyüzünün güzelliği, bir annenin öpücük izi, bir babanın koruyucu bakışı vardı. Bu gülümseyişte bir kalbi ağlatacak, bir taşı eritecek güç vardı. Bu gülümseyiş, kalplere egemen olan bir gülümseyişti. Melek gibi bir çocuğun gül gibi dudaklarını bu gülümseyiş öpüyordu. Çocuk! Ömrün baharının masum kuşu. Hayalin bahçesinin gülümseyen goncası! (sf. 27)
“Hırsız” dediğimiz
herif bir kaplan olmak üzere doğmamıştı; o da masumdu, elbet de düşünür.
(sf. 27)
Ey Dertli-yi biçâre bu esrârda ne hal var? (sf.34)
(Ey zavallı dertli, sırlarla dolu ruhunda ne haller var.)
Bu kız, bir Ermeni kızı idi. Adı Adel’di. Adel… Adel…(sf.48)
Hayatı iki mavi göze karşı açılan bu delikanlı, artık
özlemin ilk darbesiyle yaralanmıştır. (sf.48)
“Sizden rica edeceğim ki, bu sabah kendisini asan o
delikanlı ile böyle akşam vakti, tabiatın hüznü içinde ölümü ilan olunan o
zavallı kızcağızı bir mezara, delikanlının başını (da) kızın göğsüne koyunuz.
Bu farklı mezarın üstüne atacağınız çiçekleri de gözyaşlarıyla ıslatınız.”
“Ne diyorsunuz? Böyle bir şey…”
“Ma sör! Sizden red cevabı beklemiyorum. Yaşlılık
bulutlarının saçlarınıza döktüğü karları, senelerin alnınıza bıraktığı
çizgileri, zamanın yüzünüzde oluşturduğu buruşuklukları, belinizin eğriliğini,
dişlerinizin ağzınızı onurlandırmadığını; kısacası, her adım attıkça mezara
yaklaştığınızı, bir dakika için artık unutunuz. Ma sör” Sizden bunu istiyorum.
Alçak pencerelerin önünde otururken dalların arasından girmekte olan rüzgârın,
lavantalarla kokulandırmış olduğunuz hoş, perişan saçlarınızı dağıtarak,
onların arasından henüz doğmaya başlayan güneşi seyre dalan aşığınızı, güzel
alnınızı, aşığınız tarafından kâh güllere, kâh şafak çiçeklerine benzetilen
yanaklarınızı, bir az gülümseyiş gösterdiğiniz zaman yeni açılmış goncaların
içindeki çiy taneleri gibi parlayan temiz, berrak dişlerinizi yine bir dakika
için hatırlayınız.”
“Lakin”
“Lakin dediniz. Bu sözlerimi dinlediniz ya? Şimdi elinizi
kalbinizin üstüne koyup, istediğiniz kadar düşünebilirsiniz.”
“O kızı…”
“İşte o kızı aşığının yanına koyunuz ma sör! Böyle ölenlere,
böyle yakışır.”
Cemal, bu aşk yuvasında pek çok çekti. Bir ay sonra
babasıyla kardeşi bu aşk delisini çıkarmaya geldiler. Cemal’in artık Adel’i
unuttuğunu düşünüyorlardı.
Eve gelince, odasına
çıktı. Uzaktan denizin bir kısmı görünüyordu. Oraya baktı; bakışları bir
noktaya takıldı. Annesi çekine çekine bakarak, “Yine ne var?” dedi. Cemal
şiddetle başını çevirdi. Kirpiklerinden iki damla yaş düştü; “Adel’i gördünüz
mü?” dedi. (sf. 53)
Arada bir manevi bir bağ, bir yöneliş, tedavisi edilemez
sanılan bir yarayı bir saniyede unutturur. Ruhla ilgili olan bu konu, bir
gerçektir. (sf. 59)
Yürekten acılı olmak, bir bardak zehir içmekten daha güçtür.
(sf. 70)
Kendisi bir bağcı kızı olmakla, uygarlığa karşı gösterdiği
ufacık bir kusurdan dolayı gösterilmesi gereken hoşgörüden bütün bütün yoksun
kalması mı gerekirdi? Bir ailenin yaşamakta olan son evlâdının geleceğiyle
karışan bu bağcı kızının hayatı, niçin bu hayata ortak edildi? Kalbi saf,
kabahatsiz, masum bir bağcı kızının, soylu beylere, soylu hanımlara karşı ne
eksikliği vardı. Hayatı mı?(sf. 70)
Bu havuzdan ne olur? Sonsuz kederleri örtmek için derin
denizler gereklidir. (sf. 82)
Dayanmak! Bu sözün insan duygularını süsleyen sözcüklerden
olduğuna eminim. Ne yazık ki dayanmayı öğrenmek, felaketi öğrenmekle olur. (sf.
83)
Beni onun yanına gitmeye bırakmadılar
Anın için bugün işte garip ü nâlânım
(Beni onun yanına gitmeye bırakmadılar
Bunun için bugün böyle garibim ve inliyorum)
Uruldum âh uruldum fakat ceriham yok
Cerihamı aradım anladım perişanım
(Vuruldum; ama yaram yok.
Yaramı aradım, anladım ki ben perişanım.)
Zalâm-ı leylin içinde ne aks-i müdhiş idi
Harâbe-zârda etti tekerrür efgânım.
(Gece karanlığında ne müthiş yansımaydı o;
Çığlıklarım yıkıntılar içinde yinelendi.)
Ne zahm-ı kalbimi bildim ne derd ü mihnetimi
Ne yolda zahmdir ve nedir nasıl musibettir
(Ne kalbimin yarasını bildim ne dertlerimi,
Nasıl bir yaradır bu? Nasıl bir belâdır bu?)
Ölümün darbesi bir saniyede geçer; kalp acısı bir yüzyıl
sürer. Ölen yalnız gözlerini kapar. (sf. 94)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder