İşte bugün dahi hayal edilmesi çok zor olan bu dev şöhretin
sahibi bir yazarın, padişah tarafından dergisi kapatıldıktan sonra bile çok
kolayca başka ortamlara akıp şöhretinin kaymağını yemesi mümkünken dünyanın en
zengin aileleri arasında yer alan Osmanlı Burjuvasının Boğaz’daki yalılarında
ara vermeksizin düzenlenen dumanlı davetlerde ya da cıvır cıvır dilberlerin
musiki eşliğinde kıvrıla kıvrıla göbek attığı, gerdan kırdığı, şarabın su gibi
aktığı alemlerde sefaya doyma imkanı varken, tüm bunları bırakıp küçük, izbe ve
üstelik şehre çok uzak bir Rum balıkçı köyü olan Ayastefanos’ta niçin kocaman
bir köşk yaptırdığını ve oraya taşınmaya karar verdiğini kimse anlayamıyordu.
(sf. 12)
Sen yenilginin
ayıbıyla yalnızken
Onlar zafer
sarhoşluğuyla coşku içinde,
Akmayan trafikte,
tıklım tıklım otobüslerde,
Üst üste yığılmış dev
beton blokların içinde,
Gri şehirlerinde
mutluluk çığlıklarıyla
Birbirlerinin üzerine
çıkarak
Kazandıkları zaferi
kutlasınlar. (sf.14)
Plazadaki masasında bütün gün pencere bile açamadan gergin
gergin çalışmak zorunda olan Nazan Hanım veya AVM’deki mağazada tüm gün sahte
gülücüklerle satış yapmak zorunda olan genç tezgahtar Birgül, işe gidecekleri
otobüse yetişmek için topuklu ayakkabılarıyla homurdanarak kendilerini sokağa
attıkları an, sabah kardeşliği sona ermiş demektir. (sf. 17)
Yalnızlık aşkla ilgili değil, kendini bulmakla ilgili bir
süreçtir. Oysa özlem, aşka dair bir çaresizliğin sonucudur. Yalnızlık insana
hayatı sorgulatır; sormayı, anlamayı öğretir. (sf. 23)
Hayatı tamamen aşk
üzerine yorumlayan insanlar yetiştirmek kalabalıkları kolayca sömürmenin en
kolay yoludur. O kalabalıklara sadece kolayca mal satmak için değil, sözden
çıkmalarını engellemek için de aşk vazgeçilmez bir silahtır. (sf. 26)
Bir ilişkiye sahip olmak, âşık olmak demek, size dayatılan
kurallara uymayı kabul etmeniz anlamına geliyor. Eğer kurallara uymayacak
olursanız, sizi ilk uyaran sevgiliniz oluyor. Bir anlamda sistem, sevgilinizi
sizin başınıza gardiyan olarak dikiyor. (sf. 29)
… Oysa sistemin elitlerinin keşfedip ilhak ettiği veya
edeceği değerli bölgelerin üzerinde başkaları tarafından hak iddia edilmemesi
için sıradan bireylerin sıra dışına çıkmadan hizmet etmeye devam etmesi
gerekir.
Bunun için de bireye aba altından sopa gösterilir ve sıradan
çıkarsa aşkını kaybedeceği tehdidi savrulur. Ancak çok bilinçlenmiş bir zihin,
bu tehdidi umursamadan yoluna devam etme cesaretine sahiptir. (sf. 30)
Medyanın sürekli bilinçaltımıza enjekte ettiği “yalnızlık kötüdür, yalnızlık acı vericidir,
yalnızlık mahrumiyettir, yalnızlık eksikliktir, yalnızlık ayıplı olmaktır”
korkusunu bir kenara bırakıp bilinçlenmeye başlamışsanız, yalnızlığın gerçek
anlamına ulaşmaya yaklaşmışsınız demektir.
Garip olansa, bu tanımın sizden bilinçli olarak
saklanmasıdır. (sf. 32)
Tarihi, medeniyeti, insanoğlunun bilincini etkilemiş ve
mutlaka olumlu yönde gelişmemize büyük katkısı olmuş tüm bu filozof ve
edebiyatçının yalnızlığı korkulacak bir öcü olarak değil de, huzur veren veya
fayda sağlayan bir dost gibi tasvir etmesi size de garip gelmiyor mu? (sf. 34)
Öyle ki,
düşünceleriyle medeniyeti yüzlerce yıl öteye taşımış olan efsanevi filozof
Platon’un, yalnızlığın değerini anlamış insanların o bilinç seviyesini algılama
şansı olmayan diğer insanlardan kaçması gerektiğini vurgulamış olması da bugün
çok az hatırlanan çok şaşırtıcı bir uyarıdır. (sf. 35-36)
“Toplum seni, olduğun
yere zincirleyip kontrol altında tutmak için seni korkutan öcü öyküleri
yaratır. …Ama eğer korkularını yenip, zincirlerinden kurtulup çevrene bakmaya
başlarsan, gerçekleri görürsün. İnsanları zincir altında tutanlar, onları
korkutarak kontrol edebilmek için dev gölgeler oynatmaktadır. Oysa gerçekte
canavarlar yoktur…”
Platon sonra ondan mağaranın dışına çıkmasını istedi. “Şimdi
hızlıca çık ve orada güneşe uzun uzun bak, bu karanlık mağaranın dışındaki
güneş ışığını, uçsuz bucaksız denizleri, ormanları, zengin doğayı uzun uzun
seyret, sonra da koşarak mağaraya geri dön.”
Öğrencisi, Platon’un dediklerini aynen yaptı. Mağaradan
koşarak çıktı ve dışarıdaki güçlü Ege güneşini, masmavi deniz manzarasını uzun
uzun seyretti. Sonra da koşarak karanlık mağaraya geri döndü.
Ancak çocuğun gözleri o aydınlık, güneşli Ege
manzaralarından sonra mağaradaki karanlığa alışamadı ve mağaranın içinde önce
sendeleyip tökezledi, sonra da sağa sola takılıp düştü.
Platon öğrencisini kolundan tutarak kaldırdı ve tam olarak
şunları söyledi:
“Esaret altında yaşadığın karanlık bir dünyadan kaçtın ve
mağaradan dışarı çıktın. Arkadaşlarının, ailenin, çevrendekilerin ömür boyu
farkında bile olmayacakları aydınlık, uçsuz bucaksız, dev bir dünya keşfettin.
Sonra, karanlıkta kalmış zincirli esir dostlarını kurtarmak için geri döndün.
Dışarıda aydınlık, sıcak, güneşli, zengin, bereketli bir dünya olduğunu
söyleyerek onları da kurtarmak için eski karanlık mağarana geldin ama onca
ışığa, aydınlığa alışmış gözlerin, artık karanlıkları görmeyi reddetti ve
sendeledin, tökezledin, yürümeyi bile başaramadın, düştün… Bu halini gören
mağaradaki dostların ise senin daha yürümeyi bile başaramayan zavallı bir deli
olduğunu düşündüler, sana güldüler, acıdılar ve elbette onlara dışarıda
bambaşka bir dünya olduğunu anlattığın uyarılarını ciddiye bile almadılar. Zincirlerini
kırıp mağaradan kaçtığın için delirip aklını kaçırdığını düşündüler. Senin bu
delirmiş, komik, yürümeyi bile başaramayan acıklı halini görünce, mağarada
yaşamanın ne kadar doğru bir seçim olduğuna bir kez daha ikna oldular…” (sf.
42-43-44)
“Bir kez bu manzaranın büyüsüne kapıldıktan sonra geri dönüp
o karanlık mağarada yaşamaya katlanabilir misin?”
“Hayır,” dedi öğrencisi.
“O zaman yalnızlığı kabullenmek zorundasın çünkü mağaradaki
dostlarının hiçbiri seninle bu güzel denizlerde yelken açmaya gelmeyecek. Geri
dönüp onlarla yeniden yaşaman da mümkün olmayacak. Bir kez bu ışığı gördükten
sonra ve artık ıssız bucaksız, engin denizlerin varlığına şahit olduktan sonra
artık dünyada yalnız başına kalacaksın. Mahkûm oldukları karanlıklardan kaçan
ve aydınlıkları arayan insanların ödemesi gereken bedel, yalnızlıktır. Bu
bedeli ödemeye hazırsan, aileni, arkadaşlarını, yaşadığın şehri bırakıp dünyayı
keşfetmeye gidebilirsin.”
Platon’un o gün, Ege’nin engin mavisine bakan bir tepenin
üzerinde, Atina’dan ayrılarak gemilerde çalışma cesareti verdiği çocuğun adı
Pytheas idi.
Pytheas, Platon’un ölümünden sonra Yunanistan’ın en büyük
kâşifi oldu. (sf. 45)
Ancak şunu unutmayın ki, yalnızlığın ne kadar değerli bir ödül
olduğunu ve yalnızlık felsefesi sayesinde sahip olacağınız yüksek bilinç ve
algı düzeyiyle farkına varacağınız zengin dünyaları çevrenizdekilere anlatmaya
kalkıştığınızda, mağaralarda zincirlerine bağlı olarak yaşayan o insanların
alay ve küçümsemeleriyle karşılaşacaksanız.
İşte bu yüzdendir ki çoğu yalnızı, münzevi yaşamlarının
huzurunda, kimseye dert anlatma endişesi ve sıkıntısı duymadan sakin ve huzur
içinde bir hayat sürerken görebilirsiniz. (sf. 47)
Toplumun, çevremizdekilerin, medyanın bilinçaltımıza enjekte
etmeye çalıştığı “yalnızlık” imgesinde anlatıldığı gibi yalnız insanlar
mağaralarının içine çekilip dünyanın güzelliklerinden kendilerini soyutlayarak
yaşayan zavallılar değildir; aksine toplumun bizzat kendisi karanlık bir
mağarada zincirlenmiş şekilde yaşayarak dışarıdaki güzelliklere gözlerini
kapamış ve hastalıklıdır. Platon’un bize öğrettiği bu kadim bilgi aklınızdan
bir an bile çıkmasın. (sf. 48)
Kandırılarak koyunlaştırılması en zor insanlar yalnızlar
olsa da onları da yollarından çevirmek için toplumun etkili bir silahı var ve
bu silahın adına aşk diyoruz.
Aşk için kabul edilen kurallar, insanları yalnızlığı
reddetmeye zorlar.
Eğer aşıksanız, sevgilinizin arkadaşlarından onay almak
zorunda olursunuz.
Eğer aşıksanız, sevgilinizin ailesinden onay almak zorunda
kalırsınız.
Eğer aşıksanız, sevgilinize toplumda değer gören bir birey
olduğunuzu göstermek zorunda kalırsınız.
Bu gerçekleri yerine getirmezseniz, iyi bir aşık değilsiniz
demektir ve aşkı hak etmediğiniz yargısına varılır. (sf. 54)
İşte burada bir kez daha tekrar etmek gerekiyor, sevgiliniz,
yoldan çıkmamanız için başınıza dikilmiş bir gardiyandır ve ne zaman yalnız
kalıp kendinizi dinlemeye, kendi yolunuzda ilerlemeye karar verecek olsanız,
sizi kurallara ve dayatmalara zincirleyip sürüden ayrılmamanızı sağlayan yine
sevgilinizden başkası olmayacaktır. (sf. 57)
…İşte yalnızlığın daima korkunç bir öcü olarak karşımıza
çıkarılmasının bir önemli nedeni de budur. Toplumun liderleri, politikacılar,
sistem lordları, hiçbir zaman sıradan insanların yalnızlığı arzulamasını
istemezler. Yine hatırlamamız lazım ki, dünyanın en tepesinde oturanlar, en
zenginler, güçlü politikacılar, krallar, imparatorlar, başkanlar, herkesten
uzak, halktan izole, lüks yatlarda, lüks malikânelerde, kalabalığın yorucu
varlığı olmaksızın, yalnızlık lüksünü tadarak yaşarlar ama televizyonlardan,
gazetelerden, medyanın her yanından da yalnızlığı küçümseyen ve
itibarsızlaştıran yayınlar yaptırmaktan da geri durmazlar. (sf. 66)
Oysa unutmak, hayattan aldığımız pahalı dersleri çöpe
atmaktır. (sf. 67)
Topluma karşı olan
görevlerimizi yapıp yapmamak başka bir şeydir, ihtiyacımız olan huzura kavuşma
arzumuza saygı gösterilmemesi ve tüm varlığımızın sömürülmeye çalışılması
bambaşka bir şeydir. Bu ikisinin farkına çok dikkat etmeliyiz. (sf. 69)
… Bu yüzdendir ki, münzevi insanlar “moda” olduğu için
peşinde koşulan nesnelerin önündeki kuyruklarda görülmezler. Bu da
ekonomistleri korkutur. (sf. 69)
…gerçek bir yalnız, bir münzevi, kendini dinlemeyi ve
anlamayı başarmış bir insan olduğu gibi, kazandığı bu yetenek sayesinde,
çevresindeki insanları da dinlemeye ve anlamaya başlamıştır. Dolayısıyla,
yalnızlığın tadına varmış biri, beraber olduğu insana da mutluluk verecek bir
bireye dönüşecektir. Çünkü onu dinlemeyi öğrenmiştir.
Karşısındaki insanın da aynı duyarlılığa sahip olması
halinde, ilişkinin kalıcı bir mutlulukla taçlanması kaçınılmazdır. İşte,
medyada bize anlatılmayan mutlu aşk formülünün tarifi, bu kadar basit.
Çiftlerin birbirlerine yüzükler, çiçekler alması, ritüellere
uyması, medyada gördüğü aşk kalıplarının içine girmeye çalışması, ancak
başarıyla yürütülen bir tiyatro oyunu yaratır. (sf. 85)
Yalnızlık felsefesi, insanın kendini ve çevresini
dinlemesini, algılarını sonuna kadar açmasını ve çevresinde olan bitenin
farkında olmasını söyler. Yani dünyaya kapalı, kendi içine dönük, kimseyi
dinlemeyen, anlamak için çaba sarf etmeyen bir bireyin, yalnızlığı keşfetmiş
olduğunu söyleyemeyiz.
Oysa, “yalnız olmadıkları” için kendilerini mutlu sayan,
kitabın başında da bahsini ettiğimiz “şehir düşmanlığı” gibi tuzakların
pençesine düşüp ömür boyu debelenen insanlar asıl içine kapanık, kimseyi
dinlemek, anlamak için çaba sarf etmeyen, empatiden yoksun mutsuz bir ömür
süren bireylerdir ve bu bireylerle aşk duygusunu paylaşmak son derece zordur.
(sf. 99)
Yalnız insanlar, bizim onayımıza ihtiyaç duymadan da mutlu
olabilirler ve bu gerçek kalabalıkları korkutur. Çünkü mutlu olmak için bizim
onayımıza ihtiyacı olmayan bu insanları artık kontrolümüz altında tutamayız. Kendi
hayatlarının kontrolünü kendi ellerine almış bu insanlara nasıl
düşüneceklerini, nasıl davranmaları gerektiğini, ne yapmaları ve ne yapmamaları
gerektiğini dikte edemeyiz. Dolayısıyla, artık karşımızda toplumu çok korkutan
bir karakter vardır: Özgür birey. (sf. 107)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder