Bu dünyadan ve dünyadaki varlıktan memnun olmamak;
üstinsanı, insanın sahici ya da yabancılaşmamış halini, olmayan insanı aramak;
teorilerle, pratiklerle, varlığı -ideal varlığı- yarına, geleceğe taşımak;
geleceği, geleceğin geleceğini tahayyül etmek, ama tüm bunları, şimdiki
zamanda, bu dünyada, mevcut halle yaşamak… (sf.9)
İnsan; hayâl kuran varlık, tahayyül ile gerçek arasına
sıkışmış, kendini, sıkıştığı yerden dışarı, dışına fırlatan, sürekli, yaşayan,
ölen. (sf. 9)
Aynı yerde ve farklı. Zamanın düz bir çizgi olduğuna,
zamanla birlikte kendisinin de ilerleyeceğine, değişeceğine, değişmesi
gerektiğine inanan insan… Dünyadan ve hayattan umudunu kestikçe, dünyanın ve
hayatın altında kaldıkça kendini kemiren insan…
Yaşıyor olmak, her kuşak ve kişi için, bugün, burada,
olabilmek için, kalıcılaşmak için, didinmek, hep daha fazla: malın, mülkün,
edimin ve sözün fazlası için. İnsan bu, eyleyen ama bilmeyen; esersizliği, tek
eserin hayatın kendisi olduğunu, hayatı hayat olarak karşılayıp uğurlamak
olduğunu… kurumlaşmanın, çalışmanın, gücün ve iktidarın hayatı hayat olmaktan
çıkardığını bilmeyen insan: ortak hiçbir şeyleri olmayanların ortaklığını
bilmeyen insan… (sf. 10-11)
Watt, Murphy, Molloy: Virane bir odanın sınırları içinde,
bir koltuğa kendini bağlamış, sallanıp duran, başkaca kımıldamayan; zamanın
akışı, beklemek, tek anlam (dönmüş çünkü, ufuktan, ya da geri gelmiş,
varamadan, ama yaşamış, yaralı, örselenmiş, deli ve yorgun); konuşamayan, kimi
zaman kekeleyen, çoğu zaman sesi hiç çıkmayan… Görülenin, işitilenin karşısında
çığlık bile atılamaz artık; dilsizlik ve hareketsizlik kamusal ortamdan özel
mekâna taşınmış olsa da, çokluk, çoğunluk duygusudur ağır basan. Kimse tek
başına değil, kimse bir köprüde değil. Herkes, tek tek ve anonim, çok ve adsız.
Bu nedenle, trajedilerini komedi gibi yaşayan, yaşatan bu insanlar için, eylem
bir yana, intiharı mümkün kılan hareketlilik bile yok artık. (sf. 12-13)
Kurumun gölgesi düştü: gündelik hayat… Gün, gündüz,
aydınlıkta yaşayan, aydınlıkta yaşanan, sabahtan geceye, uyanık süremiz,
gündelik hayatımız -ve ötesi; rüyalarımız, geçmişi ve geleceği hep yeniden
tasarlayan, kurgulayan, kurcalayan varlığımız; mevcut halle nâmevcut ideal
arasına sıkıştırdığımız dünya ve biz… Hayatımızın nerede ve nasıl kurulduğu,
sürdüğü; ilişkiler, retler ve kabuller; katlanma ve bağışlama; hırs ve feragat,
esir ve özgür ömürler… (sf. 15)
...tüm felsefe tarihi her koşulda -onaylayarak ya da
reddederek, imkansızlıklar ya da ümitlerle, yokluklar ya da çarelerle,
tespitler ya da ütopyalarla- gündelik hayatı katlanılır kılma çabasından başka
bir şey değildir. (sf. 15-16)
Burada ve bu kadar: firarı arzulayan bir ömür, zamanın ve
mekânın tahakkümü karşısında, toplumun ve kurumların dayattığı gündelik hayat
karşısında, bu yüzyıl sonunda (ve başında), kendi yokluğuna şen bir bilgi gibi
ağıt yaktığında, ağıt, ağıt olmaktan çıkar ve bir lânete dönüşür -belki. (sf.
16)
Doğum, bir yere, bir zamana. Ve doğuş, istilâya uğramak;
geçmişin, ailenin ve çevrenin istilasına. Kişi bir uzantı artık; ailenin, çevrenin,
toplumun, kuşağın, tarihin uzantısı. Yaşayan ve ölü bir tarihe, tasarı ve
hayallere eklenir kişi; içselleştirir ya da dışlar tüm bunları, ama sonuçta,
bir amaç ve anlam edinir kendine: Soyun, toplumun, kurumların yeniden üretimi.
(sf. 18)
Hayat, nedensiz var. Bunun farkında olmak ölümü bilmekten
daha korkutucu. (sf. 19)
Hayatın yalnızca var olması, hatta varolmak zorunda bile
olmaması, ölümü de içermesi, insana dehşet verir; hayata tutunur, varlığını
kalıcı, sağlam kılma gücünü, kendini sağlam kılarken ise neredeyse geri kalan
her şeyi tahrip etme gücünü; iktidar gücünü arzular insan; ölümsüzlüğün, ölümsüzlüğünün
kanıtı olarak yarattığı toplumsal ve kurumsal her şeyin aslında ölümü
çağrıştırdığını, ölümü çağırdığını göremeyecek kadar körleşir. (sf. 19)
Yaşamak, köleliktir; zamanın ve mekânın kuşatmasını veri
almaktır, özgürlüksüzlüğün kabulüdür. İnsan, doğmuş olmanın azabını, hayatın
köleliğini kabul ile tanrılaşma isteği arasında gidip gelerek teskin etmeye
çalışır. İnsan olmak tanrı da olmaktır; simgeler yaratıcısı insan, tanrılarını
-Ethika’yı ve Estetika’yı- yaratırken, eş zamanlı olarak, köleliğinin toplumsal
kuramlarını -iktisadı, dini, politikayı…- da yaratmış, köleliğine kölelik
katmış, sonra, tanrılarıyla birlikte kendini de öldürmüştür. Doğada kültürel
ortam yaratabilen, salt hayatta kalma güdüsünün ötesine geçerek simgesel
yaşantılar içine girebilen insan, yalnızca doğanın doğallığına aykırı
davranmakla kalmamış, kendi insanlığına da aykırı düşmüştür. Dili, konuşmayı,
resmetmeyi, yazmayı bilen insan, kendine ve doğaya yabancı, dolayımlı insan, “başka”
bir doğanın insanıdır artık: doğa olmayan doğanın… (sf. 21-22)
Ve toplum; insanın zavallılığının, doğa karşısındaki aczinin
ürünü; diliyle, sözüyle, kurumlarıyla, hiyerarşisiyle, ritüeli ve gündelik
hayatıyla, doğanın katili, toplum… (sf. 24)
Aile, çevre, sokak,
okul, işyeri, kışla…; herkesleştirici iktidar odakları, büyümenin,
inisiyasyonun mekanları. (sf. 24)
Kalıp koyucu, tekrarlatıcı toplum, ezberletir ve karbon
kağıdıyla çoğaltılmış yaşantılar saçılır ortalığa, birbirinin aynısı ve soyut…
Toplum, hoşgörerek (hoşgörü, güçlünün silahı, gözdağı…) ve
bastırarak, iktidara davet eder. Yemin töreninin yeri ve zamanı, topluma,
tarihe ve kişiye göre değişse de (uyumlu, uysal kişi taltif edilir,
rütbelendirilir, ya da pişmanlık belgesi imzalatılır kişiye, boyun eğdirilir ve
toplumun sempatizan bir unsuru olarak, düzelebilir, ıslah olabilir sürü adayı
olarak kabul görür) içerik hep aynıdır: Evcilleşmişlerin paylaştığı
yetişkinlik ideolojisini benimseme;
kopuk, parçalı yaşantılardan oluşan toplumsal rolü ciddiyetle yerine getirmeye
çabalamak; yapmacıklığa, gösterişe ve yalana dayalı bir tükeniş; roller
güçsüzleştikçe silikleşen, hiçleşen benlikler; “sahip olma” fiilinin -aileye,
işe, otoriteye, mal mülke vs,- mülkiyeti altındaki hayatlar…(sf. 25-26)
İnisiyasyon tamamlandığında, kişi, emir alan ve emreden,
ezen ve ezilen özellikleriyle, hiyerarşinin bir yerine -yukarıya, aşağıya, ortaya;
ama asla dışına değil- yerleşmiş olur. Aile, okul, kışla, ibadethane
sıralarından başarıyla geçmiş, bir işe girmiş ve aile oluşturarak silsileyi
devam ettireceğinden kuşku duyulmayan; çalışmaktan, ibadetten, toplumun tüm
vecibelerini yerine getirmekten kaçınmayacağına emin olunan, güvenilir kişi,
kendi gibi güvenilir diğer vatandaşlarla birlikte, seçme ve seçilme hakkını
kullandıkça, bol bol görünüp bol bol konuşarak, görüntü ve gürültü bolluğuna katkıda
bulundukça, sistem, sırtının yere gelmeyeceğinden emindir.
Çocuk, tüm
yaratıcılığı, oyunculluğu ve hayâl dünyasıyla doğar. Her şeye muktedirdir:
Tekrar hariç, disiplin ve çalışma hariç. Ama aile ve okul, toplumsallık
mikroplarının ilk aşılarını yapan bu iki kurum, yaratıcılığı, oyunculluğu ve
hayali iğdiş eder. Hapishaneye ve kışlaya özgü bir eğitim, gelecek kavramını
şırıngalarken, bugüne dair arzu ve merak yok edilir. Korku yoluyla öğretilen
her şey, güvensizlik ve suçluluk duygusu yaratır. Deneyim ve yanılgı -oyunun ve
yaratıcılığın bu iki temel unsuru- yerini basmakalıp değerlere, modellere
bırakır; saldırganlık, hırs ve sahip olma, hiyerarşinin basamaklarında bir an
önce yer alma güdüsü gelişir. Aile ve okul, parazit bir toplumun, üretim,
tüketim, gösteri toplumunun bekleme salonudur. Kapı açılır ve herkes sahnedeki
yerini alır, bir yetişkin olarak. (sf. 26-27)
Çalışmak, ister ahlâki olarak –“çalışmak yüceltir”, “çalışmak
özgürleştirir”-, ister araçsal olarak –“daha iyi yaşamak için”, “yarın için”, “tatiller
için”, “çocuklar için”, “emeklilik için”…- düşünülsün, sonuçta, ne yaratıcı ne
de şahsi bir edimdir. Süreğen ve kalıcı kılınan tek şeyin, insansız ve soyut
kurumların bekası sağlanırken, çalışma, olmazsa olmaz bir döngü olarak,
çalışanın daha çok tükenmesine ve tüketmesine yol açar, böylelikle, sistemin
tüm alanlarını besleyen kılcal bir ağ işler kılınmış, genişletilmiş olur.
Çalışan, tüketen, tükenen ve eğlenen insanlar -bunları yapamayan, özenen ve
arzulayanlarla birlikte- bu ağın simgelerinden çeşitli kimlikler edinir,
kurumlarla ve herkesle özdeşliğin, anonim hazların gururuyla (potansiyel ve
fiili) birer iktidar odağı olarak dolanırlar ortalıkta. Niceliksel olanın ve hızın tahakkümü altında, maddi ve manevi her şeyi
tüketme yetenekleri, onları, hiyerarşinin basamaklarında yükseltirken, insan
olarak aşağılar. (sf. 27-28)
Neredeyse tüm fiillerin (ayaklanmak, devirmek, saldırmak,
üretmek, seçmek, tüketmek, göstermek, görmek, seyretmek, bilmek, bağırmak,
gürültü yapmak, ölmek, öldürmek…) toplumsalın hizmetine sunulduğu bu dünyada,
sesli yığınların gölgesinde yaşamak zorunda artık insan teki. (sf. 31)
…kendi gücünü ve şiddetini, kurumlar karşısındaki el pençe
divan duruşundan alır. (sf. 34)
Sürekli can çekişen ama ölmeyen, ölmemesi için efendilerin
de kölelerin de ellerinden geleni yaptıkları bu sistem; hem öldürür (doğayı ve
insanı, etiği ve estetiği) hem de yaşatır: açık yara gibi, irin gibi, kan
kaybıyla, bilinç yitimiyle, kısmî felç halinde, lağımda ve pisliğin ortasında,
üst baş kan içinde, elde bayrak, ağızda küfür, gözlerde linç isteği…
Sistem, el ele, el birliğiyle, genişler, esnektir: Yitirdiği
şeyin kendi hayatı olduğunun farkında olmayan bön ve budala yığın, seve seve
yer aldığı sistem içinde itişip kakıştıkça, basamak sayısı sürekli artan
merdivenin en altlarında herkes birbirini ezip tırmanmaya çabaladıkça, sistem
yaylanır, esner, herkesi kapsamayı bilir. Üretim, tüketim, seyir, eğlence, boş
zaman, görüntü, gürültü, iktidar hırsı… dışında kalma ihtimali taşıyanı; ya “birey
olma”, “farklılık”, “marjinallik”, “özel hayat”, “muhaliflik” gibi söylemlerle
emer, denetim ve Pazar içi kılar, ya da “toplum düşmanı” olarak damgalar,
anarşist, terörist, bölücü, deli, meczup, aşırı, romantik… diye adlandırıp
tanımlayarak, dışlar, kapatır, fiziksel olarak imha eder. Herkesleşenler,
herkesleşmenin huzuru ve güveni içinde mutludur artık. (sf. 34-35)
“Her büyük servetin arkasında bir suç gizlidir” diyen Balzac’tan,
“mülkiyet hırsızlıktır” diyen Proudhon’a,; eşitsizliğin kaynağını, etrafını
çevirdiği toprakları kendinin kabul ederek, eline aldığı sopayla burayı koruyan
ilk insanda gören Rousseau’dan, “banka soymak değil, banka kurmak suçtur” diyen
Bakunin’e… toplum tarihi, paranın ve sopanın iktidarının -iktisadın ve
politikanın- yegâne temeli olarak suçun tarihidir.
Başta devlet olmak üzere, hiyerarşik bir sistem halinde
örgütlenmiş tüm kurum ve kitleler, suçun varlığı etrafında buluşurlar. Servet
edinmeyi, serveti koruma ve artırmayı kural edinmiş toplum, gücünü, işlediği
cinayetlerden, ardındaki kan miktarından alır. (sf. 36-37)
Görüntünün ve gürültünün cazibesiyle kendini ortaya
sermekten pornografik bir haz alan yığın, gözetlemekten de aynı hazzı alır:
Röntgenciliğin ve teşhirciliğin birlikteliği! Farklı olmadıklarını, genelin,
vasatın içinde yer aldıklarını, iktidara, modaya (ve medyaya) uyduklarını,
paraya ve sopaya itaat ettiklerini gösterebilenlere -tüm bunları farklılık
söylemi içinde yapanlara- bu hayatta yer vardır. (sf. 40)
İktidar ve iktidar kurumlarından biri olan devlet, yalana
ihtiyaç duyar. (iktidar ve devlet olmak isteyen de yalana ihtiyaç duyar).
Kurumsal ve örgütlü yalan, medyatik yalan, kişisel yalandan farklı olarak,
manipülasyonun ve dezenformasyonun tezgâhından geçmiştir, bu nedenle, gerçekten
daha gerçektir, aşırı-gerçektir. (sf. 41-42)
Modern hayat şiddet yoluyla arındırır: doğayı, ekolojik
çevreyi, insanı, bedeni. Doğallık, çeşitlilik, başkalık, hisler, korkular,
acılar ve sapmalar, steril (mikropsuz, kısır) bir hayat adına yok edilirken,
aslında hayatın -ve ölümün- kendisidir yok edilen, insan doğasız ve insansız
kılınır. (sf. 44)
Toplum, tüm devasalığıyla, yalnızca kendine işaret ediyor
artık: Kurumlar -ve bir zamanlar insanın özelliği kabul edilen bilim, kültür,
sanat…-, ilişkiler, hayatı hayat olmaktan çıkaran, imkansızlaşmış yaşantılarla,
kopuk, kesintili ve sekanslar ve çoksesli monologlarla birlikte, iktidarın ve
tahakkümün birer işareti. (sf. 45)
Dinin, iktisadın,
felsefenin, politikanın tarihi; insan üzerindeki zorbalıkların tarihidir.
İnsanın “neyse o” olma haline izin verilmez. Yokluğu, imkansız imkânları,
iç sesleri, suskunlukları, hisleri, gönül gözleridir tahrip edilen. (Doğa,
zaten tahrip edilmiş; ilksel haliyle insanın, üstüne üstlük de toplumun ve
kurumların melezleştirdiği doğa, o da bir zombi artık). (sf. 49)
Dışlanmışların, dışlanmışlıkları adına, sırası geldiğinde
başkalarını dışlayabilmek için eylemi, iktidarın ve politikanın zihniyet
dünyasına aykırı, yabancı değildir. (sf. 52)
Bu yüzyıl, insanlığın hemen hemen tüm toplumsal ve politik
tasalarının yaşandığı ve yenildiği bir yüzyıl oldu. Burjuvazininki de: Onun
tasarısının sürüyor olması, artık ölümsüzlük çağında yaşıyor olmamızdan, bir
zombi gibi varlık sürdürüyor olmamızdandır. (sf. 57)
Teknik(özellikle de iktisadi) bir konu olmaktan çıkmış olan
tahakküm, sınıfsal, ulusal, ırksal düzeylerde; cinsiyet, kültür, yaş grubu
boyutlarında artarak varlığını sürdürürken, tahakküm altındaki yığınlar,
direnişleri ve uzlaşmalarıyla, sesli, gürültülü ve görüntülü söylem ve eylem
çoğunluğu olarak, sistem içinde kalmanın, tutunmanın yolunu, çoğul iktidarların
-aile, okul, işyeri, hukuk, din, akıl; üretim, tüketim, seyir, işkence…- sesi,
gölgesi, taşıyıcısı, kendisi olmakta bulmuşlardır. Ezilenlerin, sınıf olarak
ezildiği bir sistem yerini, tek tek ezen, ezilenin de ezdiği çok katmanlı ve
çoğul iktidarlı bir sisteme bırakmıştır; herkesin hem kurban hem de cellat
olduğu bu sistem çökecekse; artık herkes altında kalacaktır. (sf. 57-58)
Umutsuzluk,
özgürleştirebilir. (sf. 61)
Söz, söz değil artık: gürültü, dedikodu, itiraf, ifşaat,
iftira, ispiyon, ironi, parodi… (sf. 62)
Yazının icadından binlerce yıl sonra; basılı bunca metnin
ardından; okudukça insana her şeyin söylenmiş olduğu duygusunu vererek
yazmayı(eylemi) engelleyen yapıtların ardından; bu yapıtların varlığına rağmen
yoksunlaşmış ve yozlaşmış insan ruhunun baştacı edilmesinin ardından; yazıyı
anlamsız ve imkânsız kılan bunca şiddetin ardından; günümüzde, onca yoksunluk
ve yoksulluk varken, görüntü ve gürültü bunca yaygın ve baskınken… her an her
şeyin başımıza gelebileceği kaygısı içimize işlemişken, bir metin yazmayı,
hayata dair sözler sarf etmeyi ve bunları yaymayı düşünmek, şahsi bir tavra,
huzursuzluk ve öfkenin yol açtığı bir şiddet edimine atıfta bulunmaktır:
İnsanlığa lânet bırakmak! (sf. 65)
Fikir, hayattan elini eteğini çekmiş, zekâ gösterisine ve
ironiye dönüşmüş; akademinin ve ruhen akademisyenleşenlerin (ve medyanın)
tekeline girmiş, meslek konusu halini almıştır. (sf. 66)
Dertleri ve meseleleri olan insanların uykusuz gecelerine ya
da günün ara zamanlarına sığdırdıkları, içten gelen dürtüyle yazdıkları, esin
ürünü eserler değil, hiyerarşinin tepelerine çıkma ihtimali ve ihtirası
içindeki uzman teknisyenlerin “format”a uygun, “zorunlu” yayınları -makaleler”i-
yaygınlaşırken, hayat ve insan, düşünmenin, tefekkürün alanından uzaklaşmış,
otobiyografilerimiz -çağımızın röntgeni- karbon kağıdıyla çoğaltılabilirlikten
kopyalanmaya, klonlanmaya uzanan bir yelpazede, yazının konusu olmuştur. (sf.
66-67)
Söz, yüz yüze ilişkinin, varlıklarıyla, vücutlarıyla,
arzularıyla karşı karşıya gelen insanların diyaloğu olarak hayatın kendisiydi;
bir yaşama sanatıydı diyalog. Sözden yazıya eksilerek geçti insan. (sf. 67)
Yine de yazı, yalnızken yazılan, yalnızken okunan, hayâl
gücünün okuduğu yazı, insana -içe- ışık tutabilen, dışa, başka hayatlara uzanmayı
bilen yazı, paranın, akademik formasyonun ve ekranın tuzağına düşmeden önce,
düşmediği sürece, düşmemenin yollarını aradığı sürece, sözün doğrudanlığıyla
değilse de, yazıya özgü içkinlik, sessizlik ve yalnızlıkla, hayata değmeyi
bilmiş olmalıdır. (sf. 67)
Söz yaratmaktan yazı yaratmaya, yazı yaratmaktan görüntü
yaratmaya geçiş ve iç boşaltması; herkes hem röntgenci hem de teşhirci artık.
Kurumsal ve hiyerarşik alanların mahpus ve gardiyanları, yaygın, demokratik,
erişilebilir, ama yaşamayan, cansız iktidar aygıtları: Söz, yazı, görüntü. (sf.
68)
Doğa ve zaman karşısındaki tutsaklığına nesnelerin,
kurumların, ses-söz-görüntü toplamının tutsaklığını da eklemiş olan insan, olsa
olsa aşağılanmaya layıkken, bu metin sessizliğe ve düşünmeye çağrı yaparak,
kendi paradoksunu çaresizce üstlenir.
Onca yaşantıya, söze ve vesikaya rağmen, yaşamını bayağı bir
ampirilikle kuran, hayatını soylulaştırmak yerine aşağılanmayı tercih eden
insan karşısında bu metin de benzerlerinin akıbetine seve seve katlanacaktır:
Yokluğa, sözün de bittiği yerdeki gönüllü yokluğa kendini fırlatıp atarken,
yokluğa firar ederken, insana küfredebilmiş olmanın hazı. (sf. 69)
… ve yaşadıklarımız ancak bir öfke yığını olarak içimizde
birikirken, üstüne üstlük ayakta kalmamızı sevgilerimizden çok öfkelerimize
borçlu olduğumuzu da fark ediyorsak… belki de tüm bu farkındalığımızdır
yıkıcılığımıza etik ve estetik bir değer katabilen. (sf. 71-72)
Yaşanmış onca hayat, yazının ve sözün binlerce yıllık
varlığı ve yazılmış sayısız kitap, insanlığın daha bilge, daha erdemli bir
yaşamı değil, sürü halinde cehaleti ve erdemsizliği seçmesinden başka bir sonuç
yaratmamışken, yeni bir metni yazılı sözler yığınına katmaktan bir şeyler
umuyor olmak, metin ile okur arasındaki ilişki alanının hâlâ mahrem özellikler
taşıyor olmasından kaynaklanabilir. (sf. 75)
Bu ilişkinin içerdiği şahsi ihtimallerin belirsizliği, bir
sözün ya da bir paragrafın ne zaman, hangi koşullarda hatırlanarak kişiyi
etkileyeceğinin bilinmemesi, okuma birikiminin sonuçlarının belirsiz olması,
yakayı ele vermesi mümkün olmayan “…-ı okumuş olanlar” topluluğunu, en koyu
gizlilik koşullarında, ortak davranışlara, tahrip ve tahayyül gücüne sahip
kılabilir. (sf. 75)
Tarihlemek, anında, olay olay ortaya dökmek de yüzeyde
kalmak olabilir, derin suları boşaltmak olabilir: Tarihe ilgi, yüzeye duyulan
ilgidir, belki. Olayın ve yüzeyin sayısız biçimde yeniden işlenebilirliği, oyunculuk
ve ironi biçimde düşünmeye imkân tanıdığında, tarih ve olay, dokunmayacak ve
dokundurmayacak mesafede olduğunda, kaldığında, tarihe ilgisizlik, hayatın “böyle”liğinden
de uzak durmaktır, belki. (sf. 76)
Paranın ve sopanın istilâsına açık bırakılmış bir dünya,
seçenek çokluğunun seçeneksizlik olduğu, düz dünya. (sf. 81)
Varolmak kişiseldir; öncelikle “kendini bil”mek, kendindeki
boşluğu görmektir. (sf. 84)
“Kendini bilme”, toplumun bireyi değil, bireyin kendini
eğitmesidir. Toplumsal, kurumsal eğitimin getirdiklerinin unutulmasıdır;
toptancı ve genelleyici eğitimin kişinin yaratıcılığını ve yıkıcılığını yok
etmesine karşı direniştir. (sf. 86)
Felsefe tarihinin öğrettiği: Bireyin benlik ve başkalık
potansiyelini, bu dünyada ve şimdi gerçekleştirmesinden kaynaklanan “kendini
bil”me olmaksızın, hiyerarşiye karşı çıkış nafile bir çaba kalır (yığınsal
isyanların, devrimlerin de öğrettiği budur, trajedinin bilgisidir bu).
Özgürlük hâlâ vazgeçilmez bir önyargı ise, otoritenin,
hiyerarşinin olmadığı (gücün kurumsallaşmadığı) bir hayat tahayyül etmek,
toplumsal kurumları ve ilişkileri hedef almak, sınıf, devlet, hukuk, eğitim, aile,
din… kurumlarının yokluğunu tasarlamak, ilişkilerin, simgelerin ve inançların kurumsuz
yaşanmasını istemek, bunca yıkımın ardından, hala mümkünse; diğer yandan,
kendimizi çok daha iyi, biraz daha iyi hissettiğimiz (kendimizi hissettiğimiz; bedenimizi,
ruhumuzu duyumsadığımız) bir hayatın, zamanın (geçmişte, şimdi, gelecekte; ama
hayatta) hatırası, hayâli de peşimizi hiç bırakmıyorsa, kendimizi zamana,
tarihe bağlı hissetmekte güçlük çektiğimiz, bizim hatırladıklarımızı hatırlayan
tek bir kişi bile bulamadığımız, kendimizi yerliyurtlu hissedemediğimiz,
mekanlardan soğuduğumuz bu çağda, kurumların toplumdan, toplumun kurumlardan
ayrı düşünülemeyeceği ortadayken, yıkıcılık (ve yaratıcılık) topyekün karşı
çıkıştan, oyunun külliyen reddinden geçebilir… (sf. 87-88)
Yasadışılık, toplumsal kurum ve ilişkilerde yasaktır:
Hapishane, kışla, hastahane, tımarhane, okul, yatakhane, yemekhane, işyeri…
toplum.
Ne onaylanma arzusunun ne de onaylanma korkusunun olduğu
yerde başlar yasadışılık; kitlenin ve kurumun gündelik hayata müdahalesinin
reddiyle sürer; görünür ve şeffaf olmayı reddetmekle sürer. (sf. 92)
Players ought to expect the same high quality of experience on their telephone as on 우리카지노 their desktop withOnlineGambling
YanıtlaSil