9 Aralık 2016 Cuma

Ali Sefünç - Kaldırım Takıntısı



Şimdilerdeyse yalnızca çiseleyen, sicim gibi yağan yağmurları değil, onu donuna kadar sırılsıklam eden, dahası afeti andıran yağışları da çok sevilesi buluyordu. Sele dönüşen o etkili yağmurlar hiç tembel değillerdi. Silip süpürücü oluşlarıyla çalışkan, işinin aşığı temizlik işçilerini andırıyorlardı adeta. Üstelik insanlar gibi ayrımcılık da yapmıyorlardı. Cadde ve sokakların tümünü; anayol, çıkmaz sokak ayrımı yapmaksızın, oralarda oturanların son seçimlerdeki oy tercihine bakmaksızın temizliyor, pislikten arınmaya burun kıvıran insanların ve yerel yönetimlerin eksiklerini gönüllü olarak gideriyorlardı. Utandırmak istercesine… (sf. 8-9)

Ülkeyi kaldırımlardan izlemenin farklılığını keşfetmeye başlamıştı artık. Dükkanlara, bürolara, servis araçlarına tıkılmış olanların göremediklerini görüyor, düşünemediklerini düşünüyor, hissedemediklerini hissediyordu. (sf. 14)

“Hani uzaydan görünebilen tek yapı olarak bilinen Çin Seddi var ya abi, yalanın ikincisi de bu işte. Bizim sürekli yapılıp yıkılan kaldırımlarımızı birbirine ekleyip üst üste koyarsak onlarca Çin Seddi’nden çok daha fazlası eder,” diyerek, garip bir iddianın da sahibi olmuştu. (sf. 24)

Şehri güzelleştirmekten başka amaçlarının olmadığını söyleyenler bu pahalı makyajın bedelinden, kimlere haksız kazanç sağladığından kimselere söz etmiyorlardı. (sf. 30)

Yetişebilmek, ne de olsa kentli insanların temel kaygısıydı. Gözleri kör eden, ruhları sığlaştıran, yalnızlaştıran, bunaltan, farkına varış yetisini baltalayan, ölümcül olmasa da, sürüm sürüm süründürücü bir kaygı… Serhat daha önceleri hiç olmadığı kadar farkındaydı; bu illete tutulanlar hedefledikleri bir çok şeye yetiştiklerini sansalar bile çoğu kez kendilerine yetişemiyorlardı. İç dünyalarında hep bir eksiklik hissetmeleri, hep bir arayış içinde olmaları bu nedenden ötürüydü sanki. (sf. 39)

“Eskisinin hükmü kalmadı, yenisine bakalım…” düşüncesi hayatın her kıvrımına sinmişti adeta. Arkadaşlar, sevgililer, giysiler, filmler, kitaplar, şarkılar ne de çabuk tüketiliyordu. “Vefa” duygusunun adı bile anılmıyordu artık. Eskiler kaldırılıyor, yerlerine yenileri konuyordu; onların yerlerine de daha yenileri. Tıpkı kaldırım taşları gibi… (sf. 40)

Çevresindekileri kabaca ikiye ayırmıştı, borç alınabilecekler ve alınamayacaklar diye. En yakın dostlarını bile bu içimde kategorize etmek onu yaralayan bir hal almıştı. Arabasını satıp borçlarını ödeyince kurtulabilmişti o berbat ruh halinden. Parasının arta kalanını da daha kötü günler için, batma olasılığının az olduğuna inandığı bir bankaya yatırmıştı. (sf. 41)

Oğuz öteden beri kalkık burunlu, yeşil gözlü, sarışın, çok güzel bir kadınla evleneceğini söyler dururdu. En sonunda da öyle birisini buldu. Onun kafeslenmiş hali hepimizin gözleri önünde işte. O, anaerkil bir ailenin gösterişli ve iddialı kızıyla evlendiği gün hayatının hatasını yaptı bizce. O kadın da onu kısa sürede maymuna çevirdi. Ne zaman muz, fıstık yesek aklımıza bizim Oğuz gelir oldu bu yüzden. (sf. 51)

Haftada bir-iki akşam eğlenceye gitmeden yaşanan hayata hayat mı denirdi? Elit mekanlarda içip dans etmeli, kurtlarını dökmeliydi. O, iş hayatının yoruculuğuna rağmen sefası bol bir hayat yaşıyor sayılırdı. Eğlenmek, bağımlılığa dönüşmüştü sanki. (sf. 62)

Serhat kavgayla sonlanan o telefon görüşmesi sayesinde anlamıştı aşkın tek başına yetmediğini, duyguların gereksinimlerle birlikte ifade edildiğini. Belki de artık insanların çoğu yalnızca gereksinimlerine âşıktı, gerçek aşkın adını araç olarak kullanıyorlardı. Katışıksız, sevgiye inanan kaç kişi kalmıştı ki bu maddi dünyada? Son yıllarda aşktan bunca söz edilmesi ancak bir türlü bulunamaması bu nedenle miydi? (sf. 65)


Kaldırımlara ilişkin en ayrıntılı ve doyurucu bilgilere özürlüler derneğinin hazırladığı sayfada ulaşabilmesi garip olduğu kadar acıydı da. O sayfa bu konuda hayata geçirilen tüm uygulama özürlerini yüze vuracak nitelikteydi. Ayrıntılı, net, mimari, aynı zamanda insani… Ama yüzleşmek isteyene tabi ki… Bir de bazı mimarların bu konudaki makaleleri vardı. Belediyelerse ihale koşulları dışında bilgi vermekten yana görünmüyorlardı. (sf. 87)

…Hele bir mısrası vardı ki her okuduğunda irkiliyordu. “Ben bu kaldırımların istediği çocuğum…” diyordu şair orada. (sf. 87)

İnsanların sevdiklerine karşı daha acımasız olmaları nedendi acaba? Onların iyiliğini düşünmekten mi, yoksa kendilerine layık bulmadıkları için kızgınlık duymalarından mı? (sf. 94)

Hayat kurtaranlar bir süre sonra kendilerini Tanrı yerine koyarlarmış. Bir insan üzerinde hak sahibi olmak gibi bir şey. Nasıl ki kimi doktorlar bu yüzden hastalarından rayicinin çok üzerinden ücret istemeyi hak görüyorlarsa, korumaların içinde peydahlanan kurtardıkları canı alma isteği de aynı nedenden dolayıymış… (sf. 116)

Masumiyetin ilerleyen yaşla birlikte eriyip giden, kimi sütü bozuklardaysa çocukluktan sonra hiç rastlanılmayan bir değer olduğunu düşünüyordu şimdilerde. Tıpkı gözünü kırpmadan onu harcayan patronunda olduğu gibi… Serhat da eskisi kadar masum sayılmazdı, gün geçtikçe daha çok rol yapar olmuştu. Belki de bu yüzden şüpheciliği artmıştı. Kemikleşmiş dürüstlük anlayışının dışına taşmaktan rahatsızdı, ama yine de sapmalar oluyordu. (sf. 167)

“İnsan tanımadıklarına daha kem bakar Serhat kardeşim… Bence sen de kaldırımları yeterince tanımadığın için hoşgörü göstermiyorsun. Onlar sana gel de kucağımıza düş demediler ki. Seni kimlerin ve nelerin oraya düşürdüğünü gayet iyi biliyorsundur. Beli de tek sorumlu sensin! Ben kaldırımlara baktığımda daha çok umudu görürüm…” (sf. 173)

Kaldırım Takıntısı 2

Cevaplaması zor soruları kimi zaman yol kesen eşkıyalardan farksız buluyorum. İçinden çıkılmazlık silahını dayadılar mı gırtlağımıza, eğer baş edemezsek bir anda iflahımızı kesiveriyorlar. O tip soruların birkaçıyla şu sıralar başım belada sayılır. Sorgulamadan edemiyorum. Doğru olduğuna inandıklarımızın birçoğu önyargılarımızın bize oynadığı bir oyun mu yoksa? Eğer kemikleşmiş düşüncelerimizden ve alışkanlıklarımızdan arınabilsek, gerçeğe teğet geçmeyen bir hükme varabilmek her zamankinden daha mı dertsiz olur?
 Serhat’la ne zaman görüşsem böyle arapsaçı gibi düşüncelere dalıyorum. Kendi kafasını karıştırdığı gibi benimkini de altüst ediyor. Tarafımdan tescilli mikserliğinin yanına ezber bozuculuğunu da ekledi sayılır. Hiç umulmadık anlarda, daha önceleri aklımın köşesinden geçmemiş konuları sorgulamama neden oluyor. Öyle olunca da, “Bunca yıldır yanlış şeylere mi takılıp kalmışım?” diye düşünüyorum.
 Beni bu duruma düşüren yalnızca Serhat mı? Tabii ki de değil. Günümüzde yaşananların iyiden iyiye garipleşmesinin hiç mi etkisi yok? Böyle düşünürken bir de bakıyorum hayatın her alanını altüst eden “hızlı değişim” zeytinyağı gibi üste çıkıvermiş. Ama nasıl değişim!
… Bu nedenle, hızla değişen hayatın, tüm hızıyla yavanlaşan insanları olup çıkıveriyoruz sahneye. (sf. 270)

Önce müzik sesi, ardından haberler… Cari açığın rekor seviyeye ulaşması, trafik kazaları, tecavüz, gasp ve benzer kötü olayların haberleri ardı ardına sıralanıyordu. Dinlediği radyo istasyonunun adı Felaket FM olmalıydı herhalde. (sf. 289)

Dip Not: Çizdiğim bazı paragraflarda kitaba dair spoilerlar bulunabileceği için okuma keyfini bozmamak adına alıntılamadım.


4 yorum:

  1. ali sefünç'ün yazdığı bu kitap gerçekten de çok anlamlı noktalara değiniyor. ilk kez bu kitapla tanıdım onu ve bence insanların sevdiklerine karşı acımasız olması kesinlikle kesinlikle kendilerine yakıştıramadığından.

    YanıtlaSil
  2. kitabın içinde ki mizahi dil ve beyaz yakalının sudan çıkmış balığa dönen tepkileri gerçekten de güzeldi.

    YanıtlaSil
  3. kaldırım takıntısı'nı burada gördükten sonra baskısını bulamadığım için üzülmüstüm tekrar basılmıs. e okuma vakti! :)

    YanıtlaSil