Bir zamanlar (beni bırakıp gittikten nice sonraları bile)
Anny’yi düşünmüştüm. Şimdi kimseyi düşünmüyorum, sözcükleri bulmak için bile
çabalamıyorum. Kimi zaman hızlı, kimi zaman yavaş bir şeyler akıyor içimde:
Dokunmuyorum, bırakıyorum gitsin. Sözcüklere bağlanamadığım için düşüncelerim çoğu
zaman karmakarışık. Belirsiz ve hoş şekiller halinde ortaya çıkıyor, sonra
kayboluyorlar, hemen unutuyorum onları.
Bayılıyorum şu delikanlılara: Hem kahvelerini içiyor hem de
apaçık, inandırıcı hikâyeler anlatıyorlar. Dün neler yaptıklarını sorsanız, hiç
şaşırmadan iki sözcükle anlatıverirler. Bana sorulsa apışıp kalırdım. Vaktimi
nasıl geçirdiğim, uzun zamandan beri kimsenin umurunda değil. İnsan yalnız yaşayınca
bir şey anlatmanın bile ne olduğunu unutuyor; dostlarla birlikte, inanılabilir
şeyler de ortadan kayboluyor. Olaylar da öyle. İnsan onlara da aldırmaz oluyor:
Bir bakıyorsunuz konuşan insanlar çıkıyor ortaya, bir bakıyorsunuz çekip
gidiyorlar. Başını sonunu duymadığınız hikâyelere dalıyorsunuz. Duyduğunuzu
anlatın deseler, kötü tanıklık edersiniz. Ama buna karşılık kahvelerde
anlatılamayacak ve inanılmayacak ne varsa onu da görüyor insan. (sf. 24)
Bütün bu adamlar, vakitlerini dertleşmekle, aynı düşüncede
olduklarını anlayıp mutluluk duymakla geçiriyorlar. Aynı şeyleri hep birlikte
düşünmeye ne kadar da önem veriyorlar. (sf. 25)
Yalnızlık ilk olarak canımı sıkıyor. Başıma gelenleri, iş
işten geçmeden, küçük çocukları korkutmaya başlamadan önce birisine açmak
istiyorum. Anny’nin burada olmasını isterdim. (sf.26)
Benim bildiğim, nesnelerin insana dokunmaması gerekir. Çünkü canlı
değillerdir. Aralarında yaşar, onları kullanır, sonra yerlerine koruz. Onlar
sadece yararlıdırlar. Oysa bana dokunuyorlar. (sf. 28)
Topluluk içinde yaşayanlar, kendilerini, arkadaşlarına nasıl
görünüyorlarsa aynalarda tıpkı öyle görmeyi öğrenmişlerdir. Benim arkadaşım
yok. Tenimin bunca çıplak olması acaba bu yüzden mi? Buna insansız... evet
insansız doğa denebilir. (sf. 38)
Bugüne kadar kahveler tek sığınağımdı. İnsanla dolup
taştıkları, aydınlık oldukları için. Onları da kaybettim. Odamda, dört yanımdan
çevrildiğim zaman nereye gideceğimi bilemeyeceğim artık. (sf. 38)
Hayır, böylesine acı çekme gücünü kendinden almıyor o. Bu
güç ona dışarıdan geliyor... Şu bulvardan. Kolundan tutup ışığa, insanların arasına,
pespembe sokaklara götürmeli onu. Orada böyle acı çekilmez, yumuşayıverir,
güven dolu halini bulur ve her zamanki acılarının düzeyine iner. (sf. 51)
Bu adam, elinin altında ezilen kâğıt tomarlarından edindiği
uçsuz bucaksız bilgeliğini ve yetkisini, bu hanımların minnacık ve kaskatı düşüncelerinin
yararına kullanmıştır. Siyahlar giyinmiş hanımlar, bir iç rahatlığı duyar, ev
işlerine yönelir, köpeklerini gezdirirler. Çünkü, babalarından kalan o kutsal,
o güzelim düşünceleri savunmak sorumluluğu onlara düşmez. Bronzdan bir adam bu
işi üzerine almıştır. (sf. 52)
Ama bu hikâyelerin birer cesetten farkı yok. Hikâyelerimde,
şunu ya da bunu yapmış birinden söz açılır. Ama o adam ben değilim. Onunla
hiçbir ilişkim yok. Dolaştığı ülkeleri tanımıyorum, sanki oralarda hiç
bulunmamışım. Hikâyem boyunca, atlaslarda görülen o güzelim adları söylediğim
olur. Aranjuez ya da Canterbury gibi. Bu sözcükler yepyeni imgeler doğurur
içimde. Hiç geziye çıkmamış kimselerin, okudukları üzerinde imgeler kurmasına
benzer bu. Bütün yaptığım, sözcükler üzerinde düşler kurmak zaten.
Yüz cansız hikâyeye karşılık, yine de bir iki canlı hikâye kalıyor. Sık
sık değil, ara sıra düşünüyorum onları. Çünkü eskitmekten korkuyorum.
İçlerinden birini yakalayıp dekorunu, kişilerini, davranışlarını yeniden
görüyorum. Birden duruyorum, bir yıpranmışlık var sanki. Bir sözcüğün,
duyumların ağını yırtıp çıktığını görüyorum. Çok geçmeden, bu sözcüğün,
sevdiğim birçok imgenin yerini alacağını anlıyorum. Hemen durup başka bir şey
düşünmeye koyuluyorum. Anılarımı yormak istemem. Ama bu çabam boşa gidiyor,
onları yeniden hatırladığımda, birçoğunun donup kalmış olduğunu görüyorum. (sf.
58-59)
“Öyle mi? İstediğin bu muydu? Ama sen onu hiç elde etmedin
ki. Kendini sözcüklerle aldattığını, yolculuklarının hiçliğini, kızlarla
oynaşmayı, heriflerle dalaşmayı, cıncık boncuğu serüven diye adlandırdığını
hatırlasana! İstediğini hiçbir zaman da elde edemeyeceksin. Başka birisi de
elde edemeyecek.” ( sf. 66)
Şunu düşündüm: En bayağı olayın bir serüven haline girmesi
için onu anlatmaya koyulmanız gerekir ve yeter. İnsanları aldatan da bu zaten.
Kişioğlu hikâyecilikten kurtulamaz, kendi hikâyeleri ve başkalarının hikâyeleri
arasında yaşar. Başına gelen her şeyi hikâyeler içinden görür. Hayatını, sanki
anlatıyormuş gibi yaşamaya çalışır.
Ama, ya yaşamayı ya da anlatmayı seçmek gerek. Sözgelimi,
Hamburg’da, pek güvenmediğim, üstelik benden ürken şu Erna ile acayip bir hayat
geçiriyordum. Ama işin içindeydim, düşünmüyordum bunu. Bir akşam, San Pauli’de
küçük bir kahvedeydik. Tuvalete gitmek için yanımdan ayrılmıştı. Yalnız
kalmıştım, bir gramofonda Blue Sky çalınıyordu. Limana çıktığımdan beri
başımdan geçenleri kendi kendime anlatmaya koyulmuştum: "Geldiğimin üçüncü
akşamı Mavi Mağara adındaki dansinge girerken, çakırkeyif iriyarı bir kadın
gözüme ilişti. Şu anda, Blue Sky ı dinlerken beklediğim ve birazdan gelip
yanıma oturarak kollarını boynuma dolayacak olan kadın işte o gözüme ilişen kadındır.
’ Bunları düşünürken, bir serüven yaşamış olduğumu şiddetle duymuştum. Ama
Erna, yanıma gelip kollarım boynuma dolayınca, neden bilmem, bir tiksinti
kaplamıştı içimi. Ama şimdi anlıyorum: Yaşamaya yeniden dönmek gerektiği için
serüven duygusu ortadan kayboluyordu. (sf. 67-68)
Bu dükkânı çok seviyordum. Hiçbir şeye inanmayan, dik kafalı
bir hali vardı. Fransa’nın en pahalıya mal olmuş kilisesinin yanı başında,
böceklerin ve pisliğin de var olduğunu küstahça hatırlatıyordu. ( sf. 73)
“Yalnızdım, ama bir kente yürüyen ordu gibiydim.” (sf. 91)
Anny’nin mektubunu yine cüzdanıma koyuyorum. Bu mektup
verebileceği her şeyi verdi bana. Mektuptan hareket ederek, onu eline alıp
katlayarak zarfın içine koymuş olan kadına varamam. Geçmişte kalan bir kimseyi
düşünmek bile elden gelir mi acaba? Birbirimizi sevdiğimiz sürece en önemsiz
yaşantılarımızın, en hafif acılarımızın bile bizden koparak geride kalmasına
göz yummamıştık. Sesleri, kokuları, gün ışığının küçük ayrımlarını, hatta
birbirimize açıklamadığımız düşüncelerimizi bile alıp götürmüştük. Bütün bunlar
canlılıklarını yitirmediler. Bugün bile bize ya acı ya da sevinç veriyorlar.
Bir anı değil, söndürülmez ve yakıcı bir aşk; geriye çekilmek, gölgeye ya da bir
kuytuya sığınmak olanaksız. Üç yıl tek bir an gibi duruyor. Anny’yle bu yüzden
ayrılmıştık. Bu ağır yükü çekemiyorduk. Ve Anny beni ansızın bıraktığında, üç
yıl geçmişin içine gömüldü. Acı bile çekmemiştim. İçim boşalmış gibiydi. (sf.
102)
Aileler, anılarının ortasında, evlerinde bulunuyorlar şimdi. Biz de
burada, anısız, iki yıkıntıdan başka şey değiliz. (sf. 104)
Genel düşünceler daha umut vericidirler. Üstelik deney
üstatları ve hatta amatörleri bile sonunda hep haklı çıkarlar. Bilgelikleri,
elden geldiğince az gürültü etmeyi, az yaşamayı, bir köşede unutulmayı öğütler.
En iyi hikâyeleri, cezalara çarptırılmış olan başkalarına benzemez, gözü pek
kimselere ilişkindir. Evet, bu işler böyle oluyor. Kimse tersini söyleyemez. Belki,
babasının ya da ablasının öğütlerini tutsaydı şimdi şu duruma düşmüş
olmayacağını düşünmektedir. (sf. 109)
Çünkü onların her şeye, hayata, çalışmaya, zenginliğe,
buyruk vermeye, saygı duyulmaya ve sonunda ölümsüzlüğe hakları olmuştu. (sf.
128)
Ben ne büyükbaba, ne baba hatta ne de kocaydım. Oy
vermiyordum, ödediğim vergiler önemsizdi; seçmen ya da vergi ödeyen bir kimse
olduğumu söyleyip övünemezdim. Yirmi yıllık baş eğmenin bir memura kazandırdığı
saygı değerlik hakkım bile yoktu. Hayatım, beni gerçekten kaygılandırmaya
başlamıştı. Yoksa sadece bir dış görünüş müydüm ben? (sf. 132)
Tedirgin değiller, sarı duvarlara ve insanlara güvenle
bakıyorlar, dünyayı şu haliyle iyi ve yerinde buluyorlar; her biri, belli bir
süre için hayatının anlamını, ötekinin hayatında buluyor. Yakında ikisinin tek
bir hayatı olacak: ağır ve ılık bir hayat, anlamsız bir hayat. Ama bunun
farkına varmayacaklar. (sf. 161-162)
Birden ona hiçbir şey anlatmamak isteği kaplıyor içimi. Neye
yarar? Bulantı, korku, varoluş... Bütün bunları kendime saklasam daha iyi. (sf.
208)
Özgürüm: Hiçbir yaşama nedeni kalmadı artık bana; denediğim
bütün nedenler beni bıraktı; başkalarını da tasarlayamıyorum. Daha genç
sayılırım, yeniden başlamaya yetecek gücüm var. Ama nereden başlamalı? En şiddetli
korkulara, bulantılara düştüğümde beni kurtarır diye Anny’ye ne kadar güvenmiş
olduğumu ancak şimdi anlıyorum. Geçmişim öldü, Bay de Rollebon öldü, Anny
sadece bütün umutlarımı kırmak için geri geldi. Bahçeler boyunca uzayan şu beyaz
sokakta yalnızım. Yalnız ve özgür. Ama bu özgürlük ölüme benziyor biraz. (sf.
230)
İki kent arasındayım, biri bilmiyor beni, öteki artık
tanımıyor. (sf. 248)
Sonra ne olacak? Bana ne sağlayabilir bu? Yeni elbiseler mi?
Kadınlar mı? Yolculuklar mı? Hepsini gördüm: bunlar bitti artık, sağlayacakları
sonuç çekmiyor beni. (sf. 253)
Mükemmel!
YanıtlaSilsartre harika noktalara değiniyor. zamanında bu insanların kitaplarını yaktıranlar utansın!
YanıtlaSilİnsan varlığını değil kendinin neden var olduğunu anlatan bir roman . Çevirisinden yola çıkarak yoğun bir anlatımı var. Roman içerisinde tasvirler çok iyi. Kişisel gelişime katkı sağlayacak güçlendirecek bir eser.Romanı daha iyi anlamak için temel taşı olan Varoluşculuk felsefesini bilmek gerekiyor.Felsefeyle ilgilenen herkese tavsiye ederim.
YanıtlaSil