Bildiğiniz gibi, bir zamanlar insan Dünya’yı evrenin merkezi sanıyordu. Güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar sanki yerküremizin etrafında dönüyordu. İnsan, ikamet ettiği bu yerkürenin, yaratılışın merkezini temsil ettiği kanısındaydı; kendisi de –gezegenin üstün varlığı- yaratıcının seçilmiş kuluydu. Güneş, ay, yıldızlar yalnızca onun için yaratılmıştı; Tanrı tüm dikkati ona yöneltmişti, en ufak davranışına bile göz kulak oluyordu, Güneş ilerleyişini onun için durduruyor, bulutların arasına giriyor, tarlaların ve şehirlerin üzerine sağanak yağmurlarını ve şimşeklerini, ya buralarda oturanların erdemini ödüllendirmek ya da işledikleri suçları cezalandırmak için yağdırıyordu. Binlerce yıl boyunca insan evreni bu şekilde tasarladı.
Bununla birlikte, on altıncı yüzyılda insanın tüm
kavrayışında nasıl engin bir dönüşümün meydana geldiğini biliyorsunuz.
Dünya’nın, bırakalım evrenin merkezi olmayı, Güneş sistemi içindeki bir kum tanesinden
başka bir şey olmadığı –diğer gezegenlerin yanında küçük bir bilyeden başka bir
şey olmadığı kanıtlandı. Güneş, bizim küçük yerküremizle karşılaştırıldığında
dev gibi olan şu gökcismi bile gökyüzünde parıldadığını, samanyolunda karınca
gibi kaynaştığını gördüğümüz sayısız yıldız arasında bir yıldızdı yalnızca. Bu
uçsuz bucaksız sınırsızlık karşısında insan ne kadar küçük gözükür, özlemleri
ne kadar gülünç kalır! Kozmolojik fikirlerdeki bu dönüşümün etkisi dönemin tüm
felsefesinde, tüm toplumsal ve dinsel kavrayışlarında hissedildi. Günümüzdeki
gelişimi karşısında pek gururlandığımız doğa bilimleri bu dönemde ortaya
çıkmıştır.
Fakat, tüm bilimlerde çok daha derin ve çok daha büyük
kapsamda bir değişim meydana gelmek üzeredir ve anarşi, göreceğiniz gibi, bu
evrimin sayısız tezahüründen, kendini gösteren yeni felsefenin kollarından
yalnızca biridir. (sf. 8-9)
Gerçekten de, insan beyni papazlardan, askeri şeflerden,
bunların tahakkümünü tesis etmeye çalışan yargıçlardan ve bu tahakkümü
sürdürmek için para alan bilginlerden oluşan azınlıkların beynimize kazıdığı
fikirlerden kurtuldukça, bu tahakkümcü azınlıklara yer olmayan bir toplum
kavrayışının doğduğu açıktır. (sf. 16-17)
Gerçekten de, iktisadi kölelik var oldukça özgürlükten söz
etmenin nafile olduğunu günümüzde çok iyi bilmekteyiz. (sf. 18)
Kapitalistler de bu biçimin süremeyeceğinin farkındadırlar
ve geçmişteki kendine güvenleriyle bu sömürüyü savunamamaktadırlar artık. Tek
savunmaları özünde bize şunu demekten ibarettir: “Siz daha iyi bir şey
keşfedemediniz ki!” (sf. 19)
Gerçekten de, bazı ekonomistler aşırı-üretim üzerine kitaplar
yazmaktan zevk alsa da ve her sanayi krizini bu nedene dayanarak açıklasalar
da, Fransa’nın tüm nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için gerekenden çok daha
büyük miktarlarda ürettiği tek bir malın adını anmaları istendiğinde yine de
zor durumda kalırlar. Bu mal elbette buğday değildir: Ülke bunu ithal etmek
zorundadır. Şarap da değildir: Köylüler pek az şarap içmekte ve onun yerine
ispirto gibi bir şeyi tüketmektedirler, şehir nüfusu, içine yabancı madde
karıştırılmış ürünlerle yetinmek zorundadır. Ev de değildir bu mal: Milyonlarca
kişi pencere yerine bir iki oyuk bulunan derme çatma kulübelerde yaşamaktadır
hâlâ. İster iyi olsun, ister kötü, köy için hala lüks bir nesne olan kitaplar
hiç değildir. Gerektiğinden daha çok miktarlarda üretilen tek bir mal vardır:
Devlet bütçesinden geçinenler. Ama ekonomi politik derslerinde bu metanın adı
anılmaz, oysa ki metanın tüm özelliklerine fazlasıyla sahiptir, çünkü bunlar en
fazla verene satarlar kendilerini. (sf. 21)
Günümüz ekonomik sisteminin özü, işçinin üretmiş olduğu
refahtan asla yararlanamaması ve ona zarar vererek yaşayanların sayısının
sürekli artmaya devam edeceğidir. Bir ülke sanayide ne kadar ileriyse bu sayı o
kadar büyüktür. Sanayi, ister istemez, herkesin ihtiyaçlarını gidermeye değil,
belirli bir dönemde, birilerine dönemsel olarak en büyük kârları getiren şeye
doğru yönelmiştir ve yönelmek zorundadır. Mecburen, bazılarının bolluk içinde
yüzmesi başkalarının yoksulluğu üzerinde temellenecektir ve üretebildiklerinin
yoksulluğu üzerinde temellenecektir ve üretebildiklerinin yalnızca bir bölümü
karşılığında satacakları emekleri olsun diye, çok sayıda insanın ne pahasına
olursa olsun sıkıntı çekmesi gereklidir, yoksa, özel sermaye birikimi asla
olamaz! (sf. 22)
Tembeller tarih yapamaz: Tarihe boyun eğerler (sf. 23)
Sosyalistlerin arzuladıkları toplum örgütlenmesine dair belirsizlikleri,
enerjilerini belli ölçülerde felç ediyor. Başlangıçta, kırklı yıllarda,
sosyalizm komünizm olarak sunulmuştu, tek ve bölünmez cumhuriyet olarak,
iktisadi alana uygulanan diktatörlük ve idari Jakobenizm olarak sunulmuştu.
Dönemin ideali buydu. O dönemin sosyalisti, ister dindar olsun ister serbest
düşünceli, herhangi bir güçlü hükümete, hatta imparatorluğa boyun eğmeye
hazırdı, yeter ki bu hükümet iktisadi ilişkileri emekçiden yana yeniden
düzenlesin.
…İdari komünizm, tıpkı teokratik komünizm gibi, emekçinin
midesini bulandırmaktadır. Ve bu iğrenme, Enternasyonal’de, kolektivizm adı
altındaki yeni bir kavrayış ya da doktrinle kendini gösterdi.(sf. 25)
Sosyalistlerin, tüm topluluk üyelerine maddi yaşam garantisi
sağlamanın toplumsal devrimin ilk eylemi olması gerektiğini, olayların
zorlamasıyla artık kabul ettikleri kanısındayım.
Fakat, sosyalistler bir adım daha atmak zorundalar. Bu
garantinin devlet tarafından değil, tamamen devletin dışında ve onun müdahalesi
olmaksızın sağlanması gerektiğini de kabul etmek zorundadırlar. (sf. 28)
Karındeşen Jacques’ın marifetlerini Londra polisinin –hâlâ
en faal polislerden biridir- gözleri önünde işlediği, ancak Whitechapel halkı bizzat
peşine düştüğünde cinayetlerine son verdiği, kısa süre önce, tecrübeyle
sabitlenmedi mi?
Yurttaşlarımızla gündelik ilişkilerimizde, toplum karşıtı
davranışların artmasını engelleyenin gerçekten de yargıçlar ve gardiyanlar
olduğuna inanıyor musunuz? Yasa manyağı olduğundan her zaman acımasız olan
yargıç, hafiye, muhbir, polis; adalet sarayı denen –şaka yollu böyle denir-binaların
çevresinde düşe kalka hayatlarını sürdüren tüm bu karanlık işler çevirenler
güruhu, topluma bol bol ahlaksızlık saçmıyor mu? Okuyun mahkeme haberlerini,
perde arkasına şöyle bir göz atın, analizi dış görünüşün ötesine yöneltin,
mideniz bunalacaktır.
İnsanın tüm iradesini ve karakter gücünü öldüren, gezegenin
hiçbir yerinde rastlanmayacak kadar çok erdemsizliği duvarları içine kapatan
hapishane, her zaman için bir suç üniversitesi olmamış mıdır? Mahkeme salonu
bir acımasızlık okulu değil midir? Bu sorular çoğaltılabilir.
Devletin ve tüm organların ortadan kaldırılmasını talep
ettiğimizde, gerçekte olmadıkları kadar mükemmel insanlardan oluşan bir toplum
hayal ettiğimiz söyleniyor bize. – Hayır, bin kere hayır! Tek istediğimiz, bu
tür kurumların insanları gerçekte olduklarından daha kötü kılmamasıdır! (sf
33-34)
Çok ünlü bir Alman hukukçu olan Ihering, günün birinde,
yaşamının bilimsel eserini kısaca ifade etmek amacıyla, toplum içinde toplumsal
yaşamın sürmesini sağlayan etkenleri analiz etmeyi önüne koyduğu bir risale
kaleme almak istedi. Der Zweck im Rechte (Hukukta Hedef); haklı bir üne kavuşan
eserin adı buydu.
Bu risalenin kapsamlı bir planını hazırladı ve çok derin
bilgisiyle iki zorlayıcı etkeni tartıştı: Ücretli çalışma ve yasada belirtilmiş
diğer zorlayıcı biçimler. Eserinin sonunda, zorlayıcı olmayan iki etkeni –görev
duygusu ve sevgi duygusunu- belirtmeye iki paragraf ayırdı ve bunlara, bir
hukukçu açısından haklı nedenlerle pek önem vermedi.
Ama, ne oldu? Zorlayıcı etkenleri analiz ettikçe bunların
yetersizliklerini fark etti. Bunlara, özlü analizlerden oluşan tüm bir cildi
ayırdı ve sonuç… bu etkenlerin önemini azaltmak zorunda kaldı. Son iki
paragrafa geldiğinde, toplumun zorlayıcı olmayan etkenleri üzerinde düşünmeye
başladığında, bunların baskın, devasa önemini fark etti; kişisel sevgilerden
kaynaklanan iki etken olan gönüllü kısıtlama ve karşılıklı yardımlaşma üzerine
birinci cildin iki misli kalınlıkta ikinci bir cilt yazmak zorunda hissetti
kendini ve toplumsal kurumlardan kaynaklanan özgür anlaşmaya kısmen değindi.
Öyleyse, okulda öğrendiğiniz formülleri tekrarlamaya son
verin, bu fikirleri düşünün, Ihering’in başına gelen şey sizin de başınıza
gelecektir: Toplumda, gönüllü onamayla karşılaştırıldığında, zorlamanın
taşıdığı asgari önemi fark edeceksiniz.
Diğer yandan, Bentham’ın verdiği eski bir öğüde uyarak,
yasal zorlamanın kötü sonuçlarını düşünmeye koyulursanız, o zaman, Tolstoy
gibi, bizim gibi, bu güç kullanımından nefret edersiniz ve toplum karşıtı
davranışları engellemek için toplumun daha etkili binlerce başka yola sahip
olduğunu söylemeye varırsınız; günümüzde toplum bu diğer yolları ihmal ediyorsa,
bunun nedeni, kilisenin ve devletin verdiği eğitimin, korkaklığının, ruh
tembelliğinin bu sorunları açıkça görmeyi engelliyor olmasıdır. Bir çocuk
kabahat işlediğinde onu cezalandırmak kolaydır; bu tavır her türlü tartışmayı
ortadan kaldırır. Bir insanın kafasını giyotinle uçurtmak çok kolaydır değil
mi? Özellikle parası yıllık olarak ödenmiş bir Deibler varsa. Bu bizi suçun
nedenlerini düşünme zahmetinden kurtarır. (sf. 34-35)
Anarşistlerin geleceğe dair bir düş dünyasında yaşadıkları
ve bugünün dünyasına gözlerini kapadıkları sık söylenen bir şeydir. Belki de,
bugünün dünyasını fazlasıyla görüyoruz, gerçek renkleriyle hem de, yakamızı
bırakmayan bu otoriter önyargılar ormanında baltayla dolaşmamızın nedeni budur.
Bizler ne hayal aleminde yaşıyoruz, ne de insanları
olduklarından daha iyi hayal ediyoruz, onları oldukları gibi görüyoruz. Bu
nedenle insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü
kılındığını; “güçler dengesi” ve “yetkilerin denetimi” teorisinin, iktidara
sahip olanların, aşağıladıkları “egemen halk”ı, yönetenin kendileri olduğuna
inandırmak için ürettikleri ikiyüzlü bir formül olduğunu ileri sürüyoruz. Biz insanları
tanıdığımız için, yokluklarında insanların birbirlerini boğazlayacağını
düşünenlere şöyle sesleniyoruz “Sınırdışı edilirken, ‘yoksul tebam bensiz ne
yapar!’ diye haykıran kral gibi düşünüyorsunuz.”
Ah keşke insanlar otorite ütopyacılarının bize söz etmekten
hoşlandıkları şu yüce varlıklar olsalardı, o zaman, gözlerimizi gerçekliğe
kapayabilir ve onlar gibi, iktidara çağrılmış olduklarına inananların
üstünlüğüne dayanan bir hayal aleminde yaşayabilirdik. Belki de onlar gibi
yapabilir ve yöneticilerin erdemine inanabilirdik.
…Brezilya’ya yaptığı yolculuktan dönen Darwin, kolu bacağı
kırılan kölelerin ıstırap dolu çığlıklarını, inildeyen kadınların
hıçkırıklarını, kelepçelerle sıkıştırılan parmaklarını ömür boyu unutamadı. (sf. 35-36)
Bizim görevimiz, toplumu analiz ederek, evriminin belli bir
anında ona özgü olan eğilimleri açığa çıkarmak ve belirtmektir. İkinci olarak,
bu eğilimleri bizim gibi düşünenlerle ilişkilerimiz içinde pratiğe geçirmektir.
(sf 43)
Oysa, otoriter sosyalist parti de dahil tüm partilerin,
parti disipliniyle, bilerek ya da bilmeyerek her zaman boğdukları şey,
özellikle emekçilerin ve köylülerin inisiyatifidir. Her şeyi emreden
komitelerdir, merkezdir, örgütlenmenin birliğini tehlikeye atmamak için yerel
organların itaat etmekten başka yapacakları bir şey yoktur. Tüm öğreti, tüm
yanlış tarih, tüm anlaşılmaz bilim bu amaçla hazırlandı. (sf. 45)
Özgür bir basının “sapma”larını engellemek amacıyla sansürü
yeniden getiren, tektipliliği ve disiplini korumak için ilerici kesimleri
giyotinle susturan efendilerin gerekçelerini kabul etmek bir neden midir bu? Bu
tavır, sonuçta, 1793’te gördüğümüz gibi, gericiliğin zaferini sağlamanın en iyi
yoludur. (sf 46)
…Ve onlar; değerden düşmüş insan metasını boğazlayanlar,
katledenler, öldürenler, kamu esenliği için boğazlamak, kurşuna dizmek ve
öldürmek gerektiğini öğütleyen özdeyişi din bellemiş olanlar, insan yaşamına
yeterince saygı gösterilmiyor diye şikâyet ediyorlar!
Hayır, bayan ve bay yurttaşlar, toplum kısasa kısas yasasına
başvurdukça, din ve yasa, kışla ve adalet sarayı, hapishane ve sanayi zindanı,
basın ve okul, bireyin yaşamını azami oranda küçümsemeyi öğrettikçe,
isyancıların bu topluma saygı göstermesini beklemeyin. Bu toplumda asla
rastlanmayan yumuşaklığı ve gönül yüceliğini onlardan beklemek olur.
Siz de bizim gibi, bireyin tam özgürlüğüne sonuç olarak
yaşamına saygı gösterilmesini istiyorsanız, hangi biçimde olursa olsun, insanın
insan tarafından zorla yönetilmesini mecburen reddetmek zorundasınız. (sf. 50)
Bakunin, devletin tümüyle yok olmasını savundu; devlet –diye
yazdı- dinin bir ünüdür, uygarlığın aşağı bir dönemine aittir, özgürlüğün
inkârını temsil eder ve genel refahı sağlamak için üstlendiği işlevi bile yok
eder. Devlet tarihsel olarak gerekli bir kötülüktü, fakat er ya da geç tamamen
yok olması da aynı şekilde gereklidir. Genel oy sonucu olsa bile, her türlü
yasamayı reddeden Bakunin, her ulus, her bölge ve her komün için, komşularını
tehdit etmedikleri ölçüde eksiksiz özerklik ve birey için eksiksiz bağımsızlık
isterken, kişinin ancak tüm diğerlerinin de özgür olmaları koşuluyla özgür
oldukları ölçüde gerçekten özgür olacağını eklemiştir. (sf. 62)
Bununla birlikte, 1880’lerin ikinci yarısında ve 1890’ların
başında, Anarşistlerin etkisi grevlerde, 1 Mayıs gösterilerinde hissedilmeye
başlandığında, sekiz saatlik işgünü için genel grev fikrini yaydıklarında ve
orduda anti-militarist propaganda yaptıklarında, Anarşistlere karşı acımasız
davalar açıldı: özellikle latin ülkelerinde (Barselona kalesinde fiziksel
işkence uygulandı) ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (1887’de beş Şikagolu
Anarşist infaz edildi). Bu baskılara karşı Anarşistler şiddet eylemleriyle
karşılık verdiklerinde, artan baskıyla karşılaşıldı, ardından da Anarşistlerin
yeni intikam eylemleri geldi. Bu durum, genel kamuoyunda şiddetin Anarşizmin
özü olduğu izlenimini yarattı. Anarşizm yandaşları bu bakışı reddetti ve
gerçekte şiddetin, açık eylemleri baskı yoluyla engellenen tüm partiler
tarafından kullanıldığını ve olağanüstü yasaların kendilerini yasadışı
kıldığını ileri sürdüler. (sf. 62-63)
Son yetmiş yıl boyunca üretici güçlerimizin görülmedik
biçimde ani artışına tanık olduk, bu artışın sonucu olarak en iyimser
beklentileri bile geride bırakan bir servet birikimi ortaya çıktı. Fakat,
ücretlilik sistemimize bağlı olarak, -bilim adamlarının, yöneticilerin ve
çalışanların ortak çabalarına bağlı olan- servet artışı yalnızca sermaye
sahiplerinin ellerinde öngörülemeyen bir servet birikimiyle sonuçlandı; bu
sırada, büyük çoğunluk için artan sefalet ve herkes için yaşam güvencesizliği
emekçinin kaderi oldu. Vasıfsız emekçiler iş aramaya devam ederken, görülmemiş
bir yoksulluğa düştüler, hatta, kuşkusuz şimdi geçmişten daha iyi bir yaşam
sürdüren, iyi ücret alan zanaatkarlar ve vasıflı işçiler bile, sanayinin
sürekli ve kaçınılmaz dalgalanmalarının ve sermayenin kaprislerinin sonucu olarak,
sırası geldiğinde, vasıfsız yoksullarla aynı koşullara düşmenin sürekli tehdidi
altında çalışıyorlar. Dolayısıyla, insan emeğinin ürününü harikulade ve boş bir
lüksle israf eden modern milyoner ile sefalete ve güvencesiz bir yaşama mahkum
edilmiş yoksul arasındaki uçurum alabildiğine büyümekte, toplumun birliğini
–toplumsal yaşamın uyumunu- parçalayacak ve gelecekteki gelişimini tehlikeye
atacak noktaya gelmektedir. (sf. 70)
Geniş bir alanda denenmiş olan temsili yönetimin kusurları
giderek belirginleşti. Bu kusurların yalnızca tesadüfü olmadığı, sisteme içkin
olduğu ortaya çıktı. (sf. 71)
Bu yüzyılın başlarındaki Sosyalistler, sorunun devasa
güçlüklerinin tamamen farkında değillerdi. İktisadi reformların gerekliliğine
inanan çoğu sosyalist, birey için özgürlük ihtiyacına dikkat etmedi; ve
sosyalist anlamda reformlar elde etmek amacıyla teokrasinin, diktatörlüğün,
hatta Sezarizmin her çeşidine toplumu tabi kılmaya hazır toplumsal reformcular
haline geldiler. (sf. 72)
Fakat, aynı sanayi gelişim çizgisine hızla giren diğer
uluslardan rakiplerle her yerde karşılaşılır. Dolayısıyla dünya pazarında
üstünlük için savaşlar, sürekli savaşlar çıkartılmalıdır –Doğu’nun mülkiyeti
için savaşlar, denizlere sahip olmak için savaşlar, yabancı mallara ağır
gümrükler dayatmak için savaşlar. Avrupalıların silahlarının gümbürtüsü asla
susmaz; bütün kuşaklar zaman zaman birbirlerini katlettiler; ve silahlanma için
devletlerimiz gelirlerinin üçte birini harcadı –gelirin ne güçlükle
arttırıldığını yoksul olan bilir! (sf. 86)
Zihnimiz, yönetimin her yerde hazır ve nazır olması gibi önyargılarla öylesine beslenmiştir ki, anarşist fikirler kuşkuyla karşılanır. Çocukluktan mezara tüm eğitimimiz yönetimin gerekliliğine ve yararlı etkilerine inançla beslenir. Felsefefi sistemler bu bakış açısını desteklemek için oluşturulmuştur; tarih bu görüş noktasından yazılmıştır; hukuk teorileri aynı amaçla dolaşıma sokulmuş ve tasarlanmıştır. Tüm siyaset aynı ilkeye dayanır, her siyasetçi halka destek verdiğini söyler: "Yönetim gücünü bana verirsen şu anki yaşamının güçlüklerini hafifletebilirim, hafifleteceğim." Tüm eğitimimize aynı öğreti nüfuz etmiştir.
...ve bu sütunları okurken, önemleri insanlığı gölgede bırakacak kadar şişirilen bu birkaç kişinin arkasında, büyüyen ve ölen, mutluluk ya da üzüntü içinde yaşayan, çalışan ve tüketen, düşünen ve yaratan devasa bir insan topluluğunun -aslında, insanlığın- varolduğunu unuturuz. (sf. 94)
Hatta dinsiz insanların ahlakın şu anki seviyesini
yükseltmeye çalıştıklarını bile görüyoruz. (sf. 105)
Bir çocuğun nehirde boğulmakta olduğunu varsayalım, nehir
kıyısında üç adam oturmaktadır: Dini ahlâkçı, yararcı ve halktan biri. İlk
olarak, din adamı muhtemelen kendi kendine çocuğu kurtarmanın ona bu dünyada ya
da öteki yaşamda mutluluk getireceğini söyler; fakat eğer çocuğu kurtarırsa bu
yalnızca iyi bir hesapçı olduğu içindir, başka bir şey değil. …Bir de üçüncü
adam vardır. O hesap yapmaz. Fakat o her zaman etrafındakilerin sevincini hissetme
alışkanlığıyla büyümüştür, başkaları sevinçliyse o da sevinçlidir, başkaları
acı çekiyorsa o da acı çeker, derinden acı çeker. İkinci doğasına uygun
davranır. Annenin ağlamasını duyar, yaşamak için mücadele eden çocuğu görür,
iyi bir köpek gibi suya atlar ve duygularının verdiği enerji sayesinde çocuğu
kurtarır. Anne ona teşekkür ettiğinde şu cevabı verir. “Niçin teşekkür
ediyorsunuz? Başka türlü davranamazdım.” Gerçek ahlak budur. (sf. 107)
Not: Kaos Yayınları, 5. baskı.
İşte aradığım kan:)
YanıtlaSil