23 Ekim 2015 Cuma

Pyotr Kropotkin - Anarşi Felsefesi, İdeali



anarşi felsefesi, ideali

Bildiğiniz gibi, bir zamanlar insan Dünya’yı evrenin merkezi sanıyordu. Güneş, ay, gezegenler ve yıldızlar sanki yerküremizin etrafında dönüyordu. İnsan, ikamet ettiği bu yerkürenin, yaratılışın merkezini temsil ettiği kanısındaydı; kendisi de –gezegenin üstün varlığı- yaratıcının seçilmiş kuluydu. Güneş, ay, yıldızlar yalnızca onun için yaratılmıştı; Tanrı tüm dikkati ona yöneltmişti, en ufak davranışına bile göz kulak oluyordu, Güneş ilerleyişini onun için durduruyor, bulutların arasına giriyor, tarlaların ve şehirlerin üzerine sağanak yağmurlarını ve şimşeklerini, ya buralarda oturanların erdemini ödüllendirmek ya da işledikleri suçları cezalandırmak için yağdırıyordu. Binlerce yıl boyunca insan evreni bu şekilde tasarladı.

Bununla birlikte, on altıncı yüzyılda insanın tüm kavrayışında nasıl engin bir dönüşümün meydana geldiğini biliyorsunuz. Dünya’nın, bırakalım evrenin merkezi olmayı, Güneş sistemi içindeki bir kum tanesinden başka bir şey olmadığı –diğer gezegenlerin yanında küçük bir bilyeden başka bir şey olmadığı kanıtlandı. Güneş, bizim küçük yerküremizle karşılaştırıldığında dev gibi olan şu gökcismi bile gökyüzünde parıldadığını, samanyolunda karınca gibi kaynaştığını gördüğümüz sayısız yıldız arasında bir yıldızdı yalnızca. Bu uçsuz bucaksız sınırsızlık karşısında insan ne kadar küçük gözükür, özlemleri ne kadar gülünç kalır! Kozmolojik fikirlerdeki bu dönüşümün etkisi dönemin tüm felsefesinde, tüm toplumsal ve dinsel kavrayışlarında hissedildi. Günümüzdeki gelişimi karşısında pek gururlandığımız doğa bilimleri bu dönemde ortaya çıkmıştır.
Fakat, tüm bilimlerde çok daha derin ve çok daha büyük kapsamda bir değişim meydana gelmek üzeredir ve anarşi, göreceğiniz gibi, bu evrimin sayısız tezahüründen, kendini gösteren yeni felsefenin kollarından yalnızca biridir. (sf. 8-9)

Gerçekten de, insan beyni papazlardan, askeri şeflerden, bunların tahakkümünü tesis etmeye çalışan yargıçlardan ve bu tahakkümü sürdürmek için para alan bilginlerden oluşan azınlıkların beynimize kazıdığı fikirlerden kurtuldukça, bu tahakkümcü azınlıklara yer olmayan bir toplum kavrayışının doğduğu açıktır. (sf. 16-17)

Gerçekten de, iktisadi kölelik var oldukça özgürlükten söz etmenin nafile olduğunu günümüzde çok iyi bilmekteyiz. (sf. 18)

Kapitalistler de bu biçimin süremeyeceğinin farkındadırlar ve geçmişteki kendine güvenleriyle bu sömürüyü savunamamaktadırlar artık. Tek savunmaları özünde bize şunu demekten ibarettir: “Siz daha iyi bir şey keşfedemediniz ki!” (sf. 19)

Gerçekten de, bazı ekonomistler aşırı-üretim üzerine kitaplar yazmaktan zevk alsa da ve her sanayi krizini bu nedene dayanarak açıklasalar da, Fransa’nın tüm nüfusunun ihtiyaçlarını karşılamak için gerekenden çok daha büyük miktarlarda ürettiği tek bir malın adını anmaları istendiğinde yine de zor durumda kalırlar. Bu mal elbette buğday değildir: Ülke bunu ithal etmek zorundadır. Şarap da değildir: Köylüler pek az şarap içmekte ve onun yerine ispirto gibi bir şeyi tüketmektedirler, şehir nüfusu, içine yabancı madde karıştırılmış ürünlerle yetinmek zorundadır. Ev de değildir bu mal: Milyonlarca kişi pencere yerine bir iki oyuk bulunan derme çatma kulübelerde yaşamaktadır hâlâ. İster iyi olsun, ister kötü, köy için hala lüks bir nesne olan kitaplar hiç değildir. Gerektiğinden daha çok miktarlarda üretilen tek bir mal vardır: Devlet bütçesinden geçinenler. Ama ekonomi politik derslerinde bu metanın adı anılmaz, oysa ki metanın tüm özelliklerine fazlasıyla sahiptir, çünkü bunlar en fazla verene satarlar kendilerini. (sf. 21)

Günümüz ekonomik sisteminin özü, işçinin üretmiş olduğu refahtan asla yararlanamaması ve ona zarar vererek yaşayanların sayısının sürekli artmaya devam edeceğidir. Bir ülke sanayide ne kadar ileriyse bu sayı o kadar büyüktür. Sanayi, ister istemez, herkesin ihtiyaçlarını gidermeye değil, belirli bir dönemde, birilerine dönemsel olarak en büyük kârları getiren şeye doğru yönelmiştir ve yönelmek zorundadır. Mecburen, bazılarının bolluk içinde yüzmesi başkalarının yoksulluğu üzerinde temellenecektir ve üretebildiklerinin yoksulluğu üzerinde temellenecektir ve üretebildiklerinin yalnızca bir bölümü karşılığında satacakları emekleri olsun diye, çok sayıda insanın ne pahasına olursa olsun sıkıntı çekmesi gereklidir, yoksa, özel sermaye birikimi asla olamaz! (sf. 22)

Tembeller tarih yapamaz: Tarihe boyun eğerler (sf. 23)

Sosyalistlerin arzuladıkları toplum örgütlenmesine dair belirsizlikleri, enerjilerini belli ölçülerde felç ediyor. Başlangıçta, kırklı yıllarda, sosyalizm komünizm olarak sunulmuştu, tek ve bölünmez cumhuriyet olarak, iktisadi alana uygulanan diktatörlük ve idari Jakobenizm olarak sunulmuştu. Dönemin ideali buydu. O dönemin sosyalisti, ister dindar olsun ister serbest düşünceli, herhangi bir güçlü hükümete, hatta imparatorluğa boyun eğmeye hazırdı, yeter ki bu hükümet iktisadi ilişkileri emekçiden yana yeniden düzenlesin.
…İdari komünizm, tıpkı teokratik komünizm gibi, emekçinin midesini bulandırmaktadır. Ve bu iğrenme, Enternasyonal’de, kolektivizm adı altındaki yeni bir kavrayış ya da doktrinle kendini gösterdi.(sf. 25)

Sosyalistlerin, tüm topluluk üyelerine maddi yaşam garantisi sağlamanın toplumsal devrimin ilk eylemi olması gerektiğini, olayların zorlamasıyla artık kabul ettikleri kanısındayım.
Fakat, sosyalistler bir adım daha atmak zorundalar. Bu garantinin devlet tarafından değil, tamamen devletin dışında ve onun müdahalesi olmaksızın sağlanması gerektiğini de kabul etmek zorundadırlar. (sf. 28)

Karındeşen Jacques’ın marifetlerini Londra polisinin –hâlâ en faal polislerden biridir- gözleri önünde işlediği, ancak Whitechapel halkı bizzat peşine düştüğünde cinayetlerine son verdiği, kısa süre önce, tecrübeyle sabitlenmedi mi?
Yurttaşlarımızla gündelik ilişkilerimizde, toplum karşıtı davranışların artmasını engelleyenin gerçekten de yargıçlar ve gardiyanlar olduğuna inanıyor musunuz? Yasa manyağı olduğundan her zaman acımasız olan yargıç, hafiye, muhbir, polis; adalet sarayı denen –şaka yollu böyle denir-binaların çevresinde düşe kalka hayatlarını sürdüren tüm bu karanlık işler çevirenler güruhu, topluma bol bol ahlaksızlık saçmıyor mu? Okuyun mahkeme haberlerini, perde arkasına şöyle bir göz atın, analizi dış görünüşün ötesine yöneltin, mideniz bunalacaktır.
İnsanın tüm iradesini ve karakter gücünü öldüren, gezegenin hiçbir yerinde rastlanmayacak kadar çok erdemsizliği duvarları içine kapatan hapishane, her zaman için bir suç üniversitesi olmamış mıdır? Mahkeme salonu bir acımasızlık okulu değil midir? Bu sorular çoğaltılabilir.
Devletin ve tüm organların ortadan kaldırılmasını talep ettiğimizde, gerçekte olmadıkları kadar mükemmel insanlardan oluşan bir toplum hayal ettiğimiz söyleniyor bize. – Hayır, bin kere hayır! Tek istediğimiz, bu tür kurumların insanları gerçekte olduklarından daha kötü kılmamasıdır! (sf 33-34)

Çok ünlü bir Alman hukukçu olan Ihering, günün birinde, yaşamının bilimsel eserini kısaca ifade etmek amacıyla, toplum içinde toplumsal yaşamın sürmesini sağlayan etkenleri analiz etmeyi önüne koyduğu bir risale kaleme almak istedi. Der Zweck im Rechte (Hukukta Hedef); haklı bir üne kavuşan eserin adı buydu.
Bu risalenin kapsamlı bir planını hazırladı ve çok derin bilgisiyle iki zorlayıcı etkeni tartıştı: Ücretli çalışma ve yasada belirtilmiş diğer zorlayıcı biçimler. Eserinin sonunda, zorlayıcı olmayan iki etkeni –görev duygusu ve sevgi duygusunu- belirtmeye iki paragraf ayırdı ve bunlara, bir hukukçu açısından haklı nedenlerle pek önem vermedi.
Ama, ne oldu? Zorlayıcı etkenleri analiz ettikçe bunların yetersizliklerini fark etti. Bunlara, özlü analizlerden oluşan tüm bir cildi ayırdı ve sonuç… bu etkenlerin önemini azaltmak zorunda kaldı. Son iki paragrafa geldiğinde, toplumun zorlayıcı olmayan etkenleri üzerinde düşünmeye başladığında, bunların baskın, devasa önemini fark etti; kişisel sevgilerden kaynaklanan iki etken olan gönüllü kısıtlama ve karşılıklı yardımlaşma üzerine birinci cildin iki misli kalınlıkta ikinci bir cilt yazmak zorunda hissetti kendini ve toplumsal kurumlardan kaynaklanan özgür anlaşmaya kısmen değindi.
Öyleyse, okulda öğrendiğiniz formülleri tekrarlamaya son verin, bu fikirleri düşünün, Ihering’in başına gelen şey sizin de başınıza gelecektir: Toplumda, gönüllü onamayla karşılaştırıldığında, zorlamanın taşıdığı asgari önemi fark edeceksiniz.
Diğer yandan, Bentham’ın verdiği eski bir öğüde uyarak, yasal zorlamanın kötü sonuçlarını düşünmeye koyulursanız, o zaman, Tolstoy gibi, bizim gibi, bu güç kullanımından nefret edersiniz ve toplum karşıtı davranışları engellemek için toplumun daha etkili binlerce başka yola sahip olduğunu söylemeye varırsınız; günümüzde toplum bu diğer yolları ihmal ediyorsa, bunun nedeni, kilisenin ve devletin verdiği eğitimin, korkaklığının, ruh tembelliğinin bu sorunları açıkça görmeyi engelliyor olmasıdır. Bir çocuk kabahat işlediğinde onu cezalandırmak kolaydır; bu tavır her türlü tartışmayı ortadan kaldırır. Bir insanın kafasını giyotinle uçurtmak çok kolaydır değil mi? Özellikle parası yıllık olarak ödenmiş bir Deibler varsa. Bu bizi suçun nedenlerini düşünme zahmetinden kurtarır. (sf. 34-35)

Anarşistlerin geleceğe dair bir düş dünyasında yaşadıkları ve bugünün dünyasına gözlerini kapadıkları sık söylenen bir şeydir. Belki de, bugünün dünyasını fazlasıyla görüyoruz, gerçek renkleriyle hem de, yakamızı bırakmayan bu otoriter önyargılar ormanında baltayla dolaşmamızın nedeni budur.
Bizler ne hayal aleminde yaşıyoruz, ne de insanları olduklarından daha iyi hayal ediyoruz, onları oldukları gibi görüyoruz. Bu nedenle insanların en iyisinin bile otoritenin uygulamalarıyla özde kötü kılındığını; “güçler dengesi” ve “yetkilerin denetimi” teorisinin, iktidara sahip olanların, aşağıladıkları “egemen halk”ı, yönetenin kendileri olduğuna inandırmak için ürettikleri ikiyüzlü bir formül olduğunu ileri sürüyoruz. Biz insanları tanıdığımız için, yokluklarında insanların birbirlerini boğazlayacağını düşünenlere şöyle sesleniyoruz “Sınırdışı edilirken, ‘yoksul tebam bensiz ne yapar!’ diye haykıran kral gibi düşünüyorsunuz.”
Ah keşke insanlar otorite ütopyacılarının bize söz etmekten hoşlandıkları şu yüce varlıklar olsalardı, o zaman, gözlerimizi gerçekliğe kapayabilir ve onlar gibi, iktidara çağrılmış olduklarına inananların üstünlüğüne dayanan bir hayal aleminde yaşayabilirdik. Belki de onlar gibi yapabilir ve yöneticilerin erdemine inanabilirdik.
Brezilya’ya yaptığı yolculuktan dönen Darwin, kolu bacağı kırılan kölelerin ıstırap dolu çığlıklarını, inildeyen kadınların hıçkırıklarını, kelepçelerle sıkıştırılan parmaklarını ömür boyu unutamadı.  (sf. 35-36)

Bizim görevimiz, toplumu analiz ederek, evriminin belli bir anında ona özgü olan eğilimleri açığa çıkarmak ve belirtmektir. İkinci olarak, bu eğilimleri bizim gibi düşünenlerle ilişkilerimiz içinde pratiğe geçirmektir. (sf 43)

Oysa, otoriter sosyalist parti de dahil tüm partilerin, parti disipliniyle, bilerek ya da bilmeyerek her zaman boğdukları şey, özellikle emekçilerin ve köylülerin inisiyatifidir. Her şeyi emreden komitelerdir, merkezdir, örgütlenmenin birliğini tehlikeye atmamak için yerel organların itaat etmekten başka yapacakları bir şey yoktur. Tüm öğreti, tüm yanlış tarih, tüm anlaşılmaz bilim bu amaçla hazırlandı. (sf. 45)

Özgür bir basının “sapma”larını engellemek amacıyla sansürü yeniden getiren, tektipliliği ve disiplini korumak için ilerici kesimleri giyotinle susturan efendilerin gerekçelerini kabul etmek bir neden midir bu? Bu tavır, sonuçta, 1793’te gördüğümüz gibi, gericiliğin zaferini sağlamanın en iyi yoludur. (sf 46)

…Ve onlar; değerden düşmüş insan metasını boğazlayanlar, katledenler, öldürenler, kamu esenliği için boğazlamak, kurşuna dizmek ve öldürmek gerektiğini öğütleyen özdeyişi din bellemiş olanlar, insan yaşamına yeterince saygı gösterilmiyor diye şikâyet ediyorlar!
Hayır, bayan ve bay yurttaşlar, toplum kısasa kısas yasasına başvurdukça, din ve yasa, kışla ve adalet sarayı, hapishane ve sanayi zindanı, basın ve okul, bireyin yaşamını azami oranda küçümsemeyi öğrettikçe, isyancıların bu topluma saygı göstermesini beklemeyin. Bu toplumda asla rastlanmayan yumuşaklığı ve gönül yüceliğini onlardan beklemek olur.
Siz de bizim gibi, bireyin tam özgürlüğüne sonuç olarak yaşamına saygı gösterilmesini istiyorsanız, hangi biçimde olursa olsun, insanın insan tarafından zorla yönetilmesini mecburen reddetmek zorundasınız. (sf. 50)

Bakunin, devletin tümüyle yok olmasını savundu; devlet –diye yazdı- dinin bir ünüdür, uygarlığın aşağı bir dönemine aittir, özgürlüğün inkârını temsil eder ve genel refahı sağlamak için üstlendiği işlevi bile yok eder. Devlet tarihsel olarak gerekli bir kötülüktü, fakat er ya da geç tamamen yok olması da aynı şekilde gereklidir. Genel oy sonucu olsa bile, her türlü yasamayı reddeden Bakunin, her ulus, her bölge ve her komün için, komşularını tehdit etmedikleri ölçüde eksiksiz özerklik ve birey için eksiksiz bağımsızlık isterken, kişinin ancak tüm diğerlerinin de özgür olmaları koşuluyla özgür oldukları ölçüde gerçekten özgür olacağını eklemiştir. (sf. 62)

Bununla birlikte, 1880’lerin ikinci yarısında ve 1890’ların başında, Anarşistlerin etkisi grevlerde, 1 Mayıs gösterilerinde hissedilmeye başlandığında, sekiz saatlik işgünü için genel grev fikrini yaydıklarında ve orduda anti-militarist propaganda yaptıklarında, Anarşistlere karşı acımasız davalar açıldı: özellikle latin ülkelerinde (Barselona kalesinde fiziksel işkence uygulandı) ve Amerika Birleşik Devletleri’nde (1887’de beş Şikagolu Anarşist infaz edildi). Bu baskılara karşı Anarşistler şiddet eylemleriyle karşılık verdiklerinde, artan baskıyla karşılaşıldı, ardından da Anarşistlerin yeni intikam eylemleri geldi. Bu durum, genel kamuoyunda şiddetin Anarşizmin özü olduğu izlenimini yarattı. Anarşizm yandaşları bu bakışı reddetti ve gerçekte şiddetin, açık eylemleri baskı yoluyla engellenen tüm partiler tarafından kullanıldığını ve olağanüstü yasaların kendilerini yasadışı kıldığını ileri sürdüler. (sf. 62-63)

Son yetmiş yıl boyunca üretici güçlerimizin görülmedik biçimde ani artışına tanık olduk, bu artışın sonucu olarak en iyimser beklentileri bile geride bırakan bir servet birikimi ortaya çıktı. Fakat, ücretlilik sistemimize bağlı olarak, -bilim adamlarının, yöneticilerin ve çalışanların ortak çabalarına bağlı olan- servet artışı yalnızca sermaye sahiplerinin ellerinde öngörülemeyen bir servet birikimiyle sonuçlandı; bu sırada, büyük çoğunluk için artan sefalet ve herkes için yaşam güvencesizliği emekçinin kaderi oldu. Vasıfsız emekçiler iş aramaya devam ederken, görülmemiş bir yoksulluğa düştüler, hatta, kuşkusuz şimdi geçmişten daha iyi bir yaşam sürdüren, iyi ücret alan zanaatkarlar ve vasıflı işçiler bile, sanayinin sürekli ve kaçınılmaz dalgalanmalarının  ve sermayenin kaprislerinin sonucu olarak, sırası geldiğinde, vasıfsız yoksullarla aynı koşullara düşmenin sürekli tehdidi altında çalışıyorlar. Dolayısıyla, insan emeğinin ürününü harikulade ve boş bir lüksle israf eden modern milyoner ile sefalete ve güvencesiz bir yaşama mahkum edilmiş yoksul arasındaki uçurum alabildiğine büyümekte, toplumun birliğini –toplumsal yaşamın uyumunu- parçalayacak ve gelecekteki gelişimini tehlikeye atacak noktaya gelmektedir. (sf. 70)

Geniş bir alanda denenmiş olan temsili yönetimin kusurları giderek belirginleşti. Bu kusurların yalnızca tesadüfü olmadığı, sisteme içkin olduğu ortaya çıktı. (sf. 71)

Bu yüzyılın başlarındaki Sosyalistler, sorunun devasa güçlüklerinin tamamen farkında değillerdi. İktisadi reformların gerekliliğine inanan çoğu sosyalist, birey için özgürlük ihtiyacına dikkat etmedi; ve sosyalist anlamda reformlar elde etmek amacıyla teokrasinin, diktatörlüğün, hatta Sezarizmin her çeşidine toplumu tabi kılmaya hazır toplumsal reformcular haline geldiler. (sf. 72)

Fakat, aynı sanayi gelişim çizgisine hızla giren diğer uluslardan rakiplerle her yerde karşılaşılır. Dolayısıyla dünya pazarında üstünlük için savaşlar, sürekli savaşlar çıkartılmalıdır –Doğu’nun mülkiyeti için savaşlar, denizlere sahip olmak için savaşlar, yabancı mallara ağır gümrükler dayatmak için savaşlar. Avrupalıların silahlarının gümbürtüsü asla susmaz; bütün kuşaklar zaman zaman birbirlerini katlettiler; ve silahlanma için devletlerimiz gelirlerinin üçte birini harcadı –gelirin ne güçlükle arttırıldığını yoksul olan bilir! (sf. 86)

Zihnimiz, yönetimin her yerde hazır ve nazır olması gibi önyargılarla öylesine beslenmiştir ki, anarşist fikirler kuşkuyla karşılanır. Çocukluktan mezara tüm eğitimimiz yönetimin gerekliliğine ve yararlı etkilerine inançla beslenir. Felsefefi sistemler bu bakış açısını desteklemek için oluşturulmuştur; tarih bu görüş noktasından yazılmıştır; hukuk teorileri aynı amaçla dolaşıma sokulmuş ve tasarlanmıştır. Tüm siyaset aynı ilkeye dayanır, her siyasetçi halka destek verdiğini söyler: "Yönetim gücünü  bana verirsen şu anki yaşamının güçlüklerini hafifletebilirim, hafifleteceğim." Tüm eğitimimize aynı öğreti nüfuz etmiştir.
...ve bu sütunları okurken, önemleri insanlığı gölgede bırakacak kadar şişirilen bu birkaç kişinin arkasında, büyüyen ve ölen, mutluluk ya da üzüntü içinde yaşayan, çalışan ve tüketen, düşünen ve yaratan devasa bir insan topluluğunun -aslında, insanlığın- varolduğunu unuturuz. (sf. 94)

Hatta dinsiz insanların ahlakın şu anki seviyesini yükseltmeye çalıştıklarını bile görüyoruz. (sf. 105)

Bir çocuğun nehirde boğulmakta olduğunu varsayalım, nehir kıyısında üç adam oturmaktadır: Dini ahlâkçı, yararcı ve halktan biri. İlk olarak, din adamı muhtemelen kendi kendine çocuğu kurtarmanın ona bu dünyada ya da öteki yaşamda mutluluk getireceğini söyler; fakat eğer çocuğu kurtarırsa bu yalnızca iyi bir hesapçı olduğu içindir, başka bir şey değil. …Bir de üçüncü adam vardır. O hesap yapmaz. Fakat o her zaman etrafındakilerin sevincini hissetme alışkanlığıyla büyümüştür, başkaları sevinçliyse o da sevinçlidir, başkaları acı çekiyorsa o da acı çeker, derinden acı çeker. İkinci doğasına uygun davranır. Annenin ağlamasını duyar, yaşamak için mücadele eden çocuğu görür, iyi bir köpek gibi suya atlar ve duygularının verdiği enerji sayesinde çocuğu kurtarır. Anne ona teşekkür ettiğinde şu cevabı verir. “Niçin teşekkür ediyorsunuz? Başka türlü davranamazdım.” Gerçek ahlak budur. (sf. 107)

Not: Kaos Yayınları, 5. baskı.

1 yorum: