İnsanda -ama yalnız insanda- varoluş özden önce gelir. Bu demektir ki insan önce vardır; sonra şöyle ya da böyle olur. Çünkü o, özünü kendi yaratır. Nasıl mı? Şöyle: Dünyaya atılarak, orada acı çekerek, savaşarak yavaş yavaş kendini belirler. Bu belirlenme yolu hiç kapanmaz, her zaman açıktır… (sf.8)
Bazı düşünürler –örneğin Tillich- bu çıkışın köklerini makinecilikte buluyorlar. Makinenin üretimde kullanılması birtakım ters sonuçlar doğuruyor: Bir yandan, insan gitgide işlettiği makinenin egemenliği altına giriyor. Özünü, benliğini, bilincini, kişiliğini günden güne yitiriyor. Neredeyse, dönen bir çarkın vidası haline geliyor, nesneleşiyor. Öbür yandan –sosyalistlerin söylediğine göre- makinenin getirdiği toplumsal üretim düzeniyle bireysel mülkiyet düzeni arasındaki çelişme kişiyi tedirgin ediyor. İki düzen arasında bir uyarlık sağlanamaması insanı gittikçe kendine yabancı, saçma, ezici, güvensiz, anlamsız bir ortamda –hiçlikle karşı karşıya- yaşamak zorunda bırakıyor. Bu aykırı durum bireyin yavaş yavaş kişiliğinden olmasına, toplumda yabancılaşmasına, yalnızlaşmasına, bunalmasına yol açıyor. Giderek insan, Sartre’ın deyişiyle “nedensiz, zorunsuz, anlamsız bir varlık” haline giriyor. “Geçmişsiz, desteksiz, yapayalnız bir varlık.” “Tarih denen arabaya hayvanca koşulmuş, savaşı ve ölümü bekleyen bir varlık…
Varoluşçuluk, adı geçen durumu yerine göre hem yansıtan hem
de ona tepki gösteren bir felsefedir. Bundan ötürü, varoluşçu yazarlar çağımız
kişisinin (kimine göre bu kişi büyük burjuva, kimine göre işçi, kimine göre
küçük burjuva, kimine göreyse bütün insanlıktır) bırakılmışlığını,
yalnızlığını, boğuntusunu, umutsuzluğunu, güvensizliğini belirtmekle
yetinmezler. Bu kişinin kendini tanımasını, özünü yaratmasını, benliğini
kazanmasını, baskıdan kurtulmasını da isterler. İnsanı ezen teknik düzene,
kişiliğini silen toptancı topluma, benliğini çiğneyen zorbalığa karşı koyar,
gerekirse başkaldırırlar. Bu yüzden öznelliğe ve bireyliğe büyük önem verirler.
Öznellikten kalkarak bireyciliğe varırlar. Sözgelimi, Kierkegaard bireyi ana
gerçek sayar, toplumu hor görür. Ona göre, bireyin varlığını koruması için
toplumdan, kamudan, eşitlikten sıyrılması gerekir. Bireycilik ancak yalnızlık,
boğuntu, kaygı ve umutsuzluk içinde belirir, korunur ve derinleşir. Jaspers,
bireylerin her işine karışan devlet makinesinin kişiyi yutmasından yakınır.
Marcel, hayatın toplumsallaştırılmasına öfkelenir. Wahl, bugünkü düzende
“bireyin varoluşunun büyük bir kumarda öne sürülen para gibi tehlikede”
olduğuna inanır. Tehlikeden kurtulması, Sartre’a göre sorumluluğunu
yüklemesine, durumunu kavramasına bağlıdır. Madem ki kişi dünyaya atılmıştır,
kendi başına bırakılmıştır, öyleyse yaptıklarından sorumludur. Nitekim o,
kendini nasıl kurarsa öyle olacaktır. Tasarılarına, seçmelerine, eylemlerine
göre varlığına bir öz kazandıracaktır. Edimleriyle kendini gerçekleştirecektir,
gerçekleştirmelidir… (sf. 10-12)
Burada kullanılacak bir yığın beylik söz var ki hepsi de
aynı kapıya çıkıyor: Sakın kurulu düzene karşı gelmeyin, iktidara kafa
tutmayın, çizmeden yukarı çıkmayın, uslu olun! Çünkü bir geleneğe yaslanmayan
her eylem romantikliktir. Doğruluğu anlaşılmış bir denemeye dayanmayan her
girişim (teşebbüs) başarısızlığa uğramak zorundadır! Yaşantılarımız da
gösteriyor ki kötüye eğilimlidir insanlar! Onları bundan alıkoymak için
önlerine sağlam engeller dikmek gerek; yoksa, bir kargaşadır sarar ortalığı!
Bu adamlar buna benzer can sıkıcı özdeyişleri (hikmetleri)
ısıtıp ısıtıp önümüze sürerler. Dillerinden gerçekçi türküler eksik olmaz.
Öyleyken, bir edimin iğrenç yanını az buçuk gösterdiniz mi, hemen kalkar
varoluşçuluğu karamsar, üzünçlü, karanlık olmakla suçlarlar. Kendi kendime
sorarım hep: Bu baylar varoluşçuluğun kötümserliğinden mi, yoksa aşırı
iyimserliğinden mi yakınıyorlar? Açıklamaya çalıştığım öğretide onları
korkutan, varoluşçuluğun insana bir seçme olanağı tanımış olması mı yoksa? Bunu
anlamak için tüm felsefe alanında gözden geçirmek gerekiyor soruyu. (sf. 35-36)
Ama insan kendini seçerken bütün insanları da seçer. Kendini
seçmesi bütün öbür insanları da seçmesi demektir aynı zamanda. (sf. 41)
Ayrıca, varoluş özden önce gelince ve biz tasarımıza göre
varlaşmak isteyince bu tasarı herkes için, bütün çağımız için bir değer ve
geçerlilik kazanır. Böylece sorumluluğumuz düşünemeyeceğimiz kadar büyümüş
olur; giderek bütün insanlığı kucaklar. Bir işçiysem, sosyalist olmayı değil de
bir Hıristiyan sendikasına girmeyi seçersem, bununla şunu belirtmiş olurum:
“İnsana düşen, alın yazısına katlanmaktır; tevekküldür, boyun eğmektir. Çünkü
bu dünyada saltanat yok insan için!” Gelgelelim bu hareketimle, bu seçişimle
yalnızca kendimi bağlamış olmakla kalmam, herkes adına tevekkülü salık vermekle
bütün insanlığı da bağlamış olurum. (sf.41-42)
Daha bireysel bir örnek alalım: Diyelim ki evlenmek, çoluk
çocuk yetiştirmek istiyorum. Bu evlenme yalnızca benim durumumdan, tutkumdan
(ihtirasımdan) ya da isteğimden doğsa bile, yine de ben bununla yalnızca
kendimi bağlamış olmuyorum, bütün insanlığı da tekli-evlenme(monogamie) yoluna
sokmaya, bağlamaya çalışmış oluyorum.
Demek ki yalnızca kendimden değil, herkesten sorumluyum.
Kendime karşı sorumlu olunca, herkese karşıda sorumlu oluyorum. Seçtiğim
belirli bir insan tasarısı kuruyorum, yani kendimi seçerken gerçekte ‘insan’ı
seçiyorum.
Bu durum bunaltı, bırakılmışlık, umutsuzluk gibi görkemli
sözcüklerin örttüğü şeyi anlamamızı sağlar. Üstelik göreceğimiz üzere öyle zor
falan da değildir bunu anlamak; hatta hayli kolaydır. (sf.42)
Onlar, bunaltılarını maskeleyerek ondan kaçarlar. Nitekim
çoğu kimse yaptığının yalnızca kendini bağladığına, yalnızca kendini sorumlu
kıldığına inanır. Bu yüzden, “Her koyun, kendi bacağından asılır,” derler.
Kalkıp da onlara, “Ya herkes de sizin gibi yaparsa, o zaman ne olur?” diye
sorarsanız, omuzlarını silkerek cevap verirler: “Herkes de böyle yapmaz ki!”
Ne olursa olsun, biz yine de sormalıyız kendi kendimize. “Ya
herkes de bizim gibi yaparsa sonu nice olur?” (sf.43)
“İnsan özgür olmaya mahkumdur, zorunludur!” sözüyle
anlatıyorum. Zorunludur, çünkü yaratılmamıştır. Özgürdür, çünkü yeryüzüne geldi
mi, dünyaya atıldı mı bir kez, artık bütün yaptıklarından sorumludur. (sf. 47)
Delikanlı iki türlü ahlak arasında bocalayacaktır aynı
zamanda: Bir yanda bireysel sevgi, duygudaşlık ve bağlılık ahlakı var; öbür
yandaysa daha geniş ama etkisi ve yararı daha kuşkulu bir ahlak var. Bunlardan
birini seçmesi gerek. Ama bu seçişi yapması için kim yardım edecek ona?
Hıristiyanlık öğretisi mi yardım edecek? Hayır! Çünkü Hıristiyanlık, ona “Taş
yürekli olmayın, acıyın, yakınlarınızı sevin, kendinizi düşünmeyin, yolların en
çetinini seçin” der. İyi ama en çetin yol hangisidir? Nedir en çok yararlı
olan? Bir savaş birliğinde dövüşmek mi, yoksa bir varlığın yaşamasına yardım
etmek mi? Yani sonu belirsiz bir davranış mı, yoksa belirli bir davranış mı?
Kim önceden bildirebilir bunu? Hiçbir ahlak! Kent ahlakı, “Başkalarını sakın
araç saymayın, araç gibi kullanmayın, amaç sayın onları!” der. Doğrusu güzel
söz! Nitekim, annemin yanında kalırsam araç gibi değil, amaç gibi davranmış
olurum ona; ama o zaman da çevremde savaşanları araç saymak sakıncasıyla
karşılaşırım. Tersine, savaşanlara katılırsam, amaç saymış olurum onları, ama
bu sefer de anneme araç gibi davranmak sakıncasıyla yüz yüze gelirim. (sf.
49-50)
Peki, ama bir duygunun değeri nasıl anlaşılır, neyle
belirlenir? Söz gelimi delikanlının annesine gösterdiği duyguyu nedir değerli
kılan? Cevap verelim: Annesinin yanında kalmış olması! Bunun gibi; ancak uğruna
şunca para harcarsam falan dostumu, yoluna bu denli para dökecek kadar
sevdiğimi söyleyebilirim. Ancak yanında kalırsam, annemi dizinin dibinden
ayrılmayacak kadar sevdiğimi söyleyebilirim. Demek ki bir duygunun değerini,
ancak onu doğrulayan bir edimle gerçekleştirebiliyorum, belirleyen bir
hareketle tanımlayabiliyorum. Gelgelelim hareketimi doğrulayacak bir duyguyu
istemekle de kendimi bir kısırdöngüye (fasit daireye) sokmuş oluyorum. (sf. 50)
Başka bir deyişle duygu, yapılan hareketlerle oluşur.
Duygunun değeri edimlerden sonra ortaya çıkar. Öyleyse duygunun kılavuzluğunda
yürümek doğru olmaz. Duygu bana doğru yolu gösteremez çünkü. Bu demektir ki
kendimde ne beni harekete getirecek durumu arayabilirim ne de hareketimi
sağlayacak kuralları bir ahlaktan bekleyebilirim. Buna karşı siz “Gitsin
öğretmenine danışsın” diyeceksiniz. Ama bir keşişten öğüt istemek, o keşişi
seçmek demektir. Çünkü üç aşağı beş yukarı, o keşişin neler söyleyeceğini
önceden kestirebilir insan, vereceği öğütleri önceden tasarlayabilir.
Başka türlü konuşalım: Öğüt verecek kimseyi seçmekle insan
kendini seçer. Nitekim Hıristiyansanız şöyle dersiniz: “Varın bir keşişe
danışın!” Güzel, ama hangi keşişe? Türlü türlü keşiş var: İşbirlikçi keşişler
var, eli böğründe bekleyen keşişler var, kurtuluş kavgasına katılan keşişler
var… Bunların hangisini seçeceğiz? Eğer delikanlı işbirlikçi ya da kurtuluşçu
bir keşişi seçmişse, alacağı öğüdü de önceden seçmiş, kararlaştırmış demektir.
Bu duruma göre, delikanlı da bana gelirken vereceğim cevabı biliyordu. Bu cevap
ancak şu olabilirdi: “Özgürsünüz, onun için kendiniz seçin, yolunuzu kendiniz
bulun! Hiçbir genel ahlak size yapacağınız şeyi söyleyemez. Buna ancak siz
karar verebilirsiniz!” (sf.51)
Bu koşullar içinde, eleştirilen bizim kötümserliğimiz değil,
iyimser sertliğimiz oluyor gerçekte. Romanlarımızda insanları zayıf, gevşek,
korkak, hatta kötü olarak gösterdiğimiz için çullanıyorlarsa bize; o insanların
yalnızca zayıf, gevşek, korkak ya da kötü olmasından gelmiyor bu: Nitekim,
Emile Zola gibi biz de onlara, “İnsanların böyle oluşu soyaçekimden
(irsiyetten), çevreden yahut toplumdandır, insanlar şöyle olmuşlarsa ruhsal ya
da bedensel bir gerekircilikten (‘determinisme’den) ötürü olmuşlardır,”
deseydik hemen inanırlardı sözümüze. Sevinçle ,”Bakın, işte biz de onun için
böyleyiz. Ne yapalım, başka türlü olamayız ki!” derlerdi. Böylece kendilerini
güya temize çıkarırlardı. Oysa varoluşçu, bir korkağı anlatırken, “Bu adam
korkaklığından sorumludur!” der. Bilir ki ciğeri, yüreği, beyni korkak olduğu
için korkak değildir o; beden yapısından gelmez onun korkaklığı, kendini o
duruma düşürmesinden gelir. Edimleriyle kendini bir korkak olarak kurmasından
gelir. (sf. 57)
Öte yandan siz, arada bir ‘önkoşul’ dediğiniz bir insanlık
koşulundan, bir ‘önbelirlenme’den, öndurumdan söz açıyorsunuz. Öyleyken şunu
gözden kaçırıyorsunuz. Biz, Marksçılığın birçok tanımına katılıyoruz. Onun için
18. yüzyılın sorunlarını bilmeyen aydınlarını eleştirdiğiniz gibi
eleştiremezsiniz bizi. Sizin önceden belirlenme üstüne söylediklerinizi biz
çoktan biliyoruz. Bizim için asıl sorun, evrenselliğin hangi koşullar altında
var olduğunu ortaya çıkarmaktır. (sf. 94)
Dip Not: Say Yayınları'nın 25. baskısını temel aldım. Sayfa 21'e kadar olan alıntılar Sivas'ta vahşçice katledilen Asım Bezirci'nin önsözüne ait.
Varoluşçuluk, özgürlük yolları 1 ve 2 kitabını ontoloji ve hiçlik kitabını okudum. Büyük düşünürdür. Insan arayışına önem verir daha çok eserlerinde ve tanrı arayışına önem verir ama bir yola giremez ateizmi benimser. Daha sonra kendisi de der ki varoluşçuluk ikiye ayrılır; tanrı tanıyan varoluşçuluk ve tanrı tanımayan varoluşçuluk diye kendisini ikinci kategoriye koyar.
YanıtlaSil